Kürt Meselesinde Algılar Ve Barış Süreci Önündeki Sosyo-Psikolojik Engeller

Yazar / Referans: 
A. Betül Çelik
Tarih: 
18.04.2013

--7-8 Aralık 2012 tarihinde Ankara’da DİSA ve Heinrich Böll Stiftung tarafından düzenlenen “Kürt Meselesinin Çözümüne İlişkin Algılar, Aktörler ve Süreç” konferansında sunulan konuşma metnidir--

Konuşmamda odaklanmak istediğim ana nokta, Türk toplumunda “diğeri,” özellikle Kürtlerin ve Kürt meselesinin, “Kürt Açılımı” sonrasında toplumca nasıl algılandığı ve bu algıların göstergesine bakarak sivil toplumun neler yapabileceği yönünde bir tartışma açmak olacaktır.  2009’daki “Kürt Açılımı” sonrasında yapılan bazı çalışmalar gösteriyordu ki “Kürt Açılımı”, içeriği net olmayan ilk döneminde bile toplumun sadece yüzde 36.4’i tarafından desteklenmiyordu. Oysa bilindiği üzere özellikle 2010’da şiddet ortamının yükselmesiyle ve “Kürt Açılımı”nın netleşmemesi sonucu, bu yüzde yükselmiş, toplumda miliyetçilik artmış ve özellikle büyük illerde Kürt-Türk gerginliği tavan yapmıştır. 

Bugünkü konuşmamda 2011 ve 2012’de yaptığımız iki çalışmaya referans vererek Kürtlerin ve Kürt  meselesinin değişik kesimlerce nasıl algılandığını tartışacağım. Bu tartışmaya geçmeden önce çatışmalı toplumlarda savaşın ve şiddetin yol açtığı bazı sonuçlara bakmak gerekir.  Bar-Tal ve Halperin (2011) çatışmalı toplumlarda barışın önündeki sosyo-psikolojik engelleri şöyle tanımlamışlardır: “sosyo-psikolojik engeller, bireylerin ya da grup üyelerinin bilişsel, duygusal ve motivasyonal süreçlerinin, daha önceden sahip oldukları seçici, önyargılı ve çarpıtılmış bilgiler sonucu oluşmuş katı düşünce, dünya görüşü ve duygularıyla bütünleşmiş çalışma halidir”. Yani çatışmalı toplum duyguları, düşünceleri ve davranışları olumsuz yönde şekillendirir ve düşman olarak görülen bireyler çatışma sırasında ve sonrasında birbirlerine karşı kalıplaşmış katı duygular ve düşüncelere sahip olurlar. Bireyler, çatışmalı toplumlarda “öteki” olarak gördüğünü, ideoloji ve öğretilerle beslenen bir süreçte suçlama, aşağı görme ve önyargılı davranma yoluyla dışlarlar.

Herbert Kelman’a (1987) barış süreçlerinin önündeki sosyo-psikolojik engellerise şöyle: iki kesimin karşılıklı ilişkileri kazan-kaybet (zero-sum game) olarak görmesi, diğerinin kimliğini reddetmesi ve onu tamamen olumsuz sıfatlarla tanımlaması.  Bu alandaki başka çalışmalar, barış çalışmalarının önündeki en önemli psikolojik engelin gruplararası güvensizlik olduğunu gösteriyor (Kramer & Carnevale 2001; Kelman 2005; Kydd 2005). Yaklaşık otuz yıldır süren çatışmalı ortam Türkiye’de de ne yazık ki toplumu değişik seviyelerde birbirine ve devlete karşı güvensiz bir duruma getirmiştir.

Bu konuya örnek olarak lisansüstü öğrencim Ekin Ok ile 2011’de yaptığımız bir çalışmayı referans göstermek istiyorum. Bu çalışmada İzmir’de Kürt (Kadıfekale) ve Türk (Ocak 2011’de Mavişehir, Ağustos 2011’de Bostanlı)  ağırlıklı olmak üzere iki mahallede bireylerin birbirlerini ve Kürt meselesinin sebebini nasıl gördükleri üzerine anket çalışması yaptık.  Aşağıdaki ilk tablo Ocak 2011’de Türklerin (mavi) ve Kürtlerin (yeşil) Kürt meselesinin sebebini nasıl gördüklerini gösteriyor. İkinci tablo ise sürecin önemli iki olumsuz gelişmesinden hemen sonra yapılmıştır. 14 Temmuz 2001’de Demokratik Toplum Kongresi demokratik özerkli ilan etmiş, gene aynı gün Silvan’da PKK 13 askeri öldürmüştü. Bu olayların sonrasında toplumda  gerginlik artmıştı. Ağustos 2011’de yinelediğimiz çalışmamızın sonucunu gösteren tabloda Türklerin görüşleri mavi ile, Kürtlerin görüşleri kırmızı ile gösterilmiştir.

 

Soru: Sizce Kürt meselesinin sebeplerinden aşağıda sıralayacaklarımdan hangileri ne derece önemlidir?: 0- Önemli değil 1- Biraz önemli 2-Çok önemli

Ocak 2011

 

Ağustos 2011

 

Bu verilerin gösterdiği bulgu, İzmir’deki Kürtlerin ve Türklerin Kürt meselesinin nedenlerden bazılarında büyük bir algısal farklılık göstermeleridir. Türklerin çoğunluğunca sorunun en büyük nedeni olarak “bölgesel geri kalmışlık” ve “dış mihrakların manipülasyonu görülürken”, Kürtlerde bu nedenler ağırlıklı olarak “Türkiye’deki yetersiz demokrasi” ve “kültürel hakların reddi” olarak görülmektedir. Dahası Kürt meselesini, daha çok bir “terör sorunu” olarak görme eğilimi, çatışmanın ve şiddetin yükselişe geçmesinden hemen sonra yükselmektedir. Yani hem olumsuz olaylar hem de iki grubun kemikleşmiş dünya görüşü farklılıkları, Kürt meselesinin Türkler ve Kürt tarafından nasıl anlaşıldığı ve tanımlandığı konusunda farklı sonuçlar yaratmaktadır.

KONDA ile Temmuz 2012’de yaptığım bir başka çalışmanın sonuçları da bu açıdan çarpıcı. 2633 kişiyle yapılan anket çalışmasında, deneklerin yüzde 86,4’ü evlerin balkonlarında Türk bayraklarının asıldığını görünce mutlu olmakta ve yüzde 84,4’ü “herkes önce T.C. vatandaşı olduğunu kabul etmeli, etnik kökenini/dini inancını/siyasi kimliğini veya farklılıklarını öne çıkarmaktan vazgeçmeli” demekte, yüzde 67,3’ü Türk milletinin her konuda diğer milletlerden üstün olduğuna inanmaktadır. Toplumun yüzde 61,4’ü oğlu askerdeyken şehit olsa “vatan sağolsun” diyeceğini söylemektedir.

Siyaset zemininde milliyetçilik çok konuşulan ve tartışılan bir alan olduğu için parti yandaşlarına göre bakıldığında yüzde 94 seçmeni Kürt olan BDP bir yana bırakıldığında partiler arasında ton farkı olsa da, Türk milliyetçiliği sözkonusu olduğunda temelde bir farklılık yoktur. MHP seçmeni biraz öne çıksa da Ak Parti ve CHP seçmenleri de neredeyse MHP’liler kadar milliyetçi görünüm vermektedir. Yani Türk milliyetçiliği tüm partilerde yüksek bir şekilde destek bulmaktadır.

2009 yılından bu yana yapılan birçok diyalog gruplarında en çok karşılaştığımız şeylerden birisi Kürtler ve Türkler arasında bir düşmanlığın olmadığı, meselenin Kürtler ve devlet arasında olduğu iddiasıdır. Oysa, düşmanlık sadece topyekün savaşa girmek değildir. Önyargı, bireyi sadece ait olduğu kimliklerden birine hapsetmek ve o kimliği de genelde olumsuz sıfatlarla tanımlamaktır. Bu açıdan bakıldığında özellikle göç almış şehirlerde birbirinden kopuk mahallelerde yaşayan Kürtler ve Türklerin birbirleri hakkındaki algılarına bakmakta fayda var. Cenk Saraçoğlu 2009’daki çalışmasında İzmir’de orta sınıf Türklerde yaptığı çalışmada, geçmiş yıllardan farklı olarak İzmir’de bir Kürt realitesinin tanındığını ama bu tanımanın Kürtleri dışlayan bir tanımlama olduğunu (exclusive recognition) göstermektedir.

Gene Ekin Ok’la yaptığımız çalışmaya bakarak, aynı şehirde bile Kürtler ve Türklerin birbirlerine karşı önyargıların ne kadar kuvvetli ve olumsuz olduğunu görebiliriz. Çalışmamızda Kürtle ve Türklere daha önceden araştırarak çıkardığımız bazı farklı önyargılara ne derece katıldıklarını sorduk. Tabloda da göreceğiniz üzere bu yargılar iki grup için farklı sorulmuştur.

 

 

 

 

Karşılıklı Önyargılar

(N=122, Kadıfekale: 66, Mavişehir: 66)

Sorular (Türklere Kürtler Hakkında)

Mahalle

Cevap Aralığı, 1:Kesinlikle Katılmıyorum, 5: Kesinlikle Katılıyorum

Ortalama (Stanrdart Sapma)

Tanım

Şiddete Eğimlilik

Mavişehir

1-5

3.03 (1.25)

Kürtlerin şiddete daha yatkın olduklarını düşünüyorum.

Cahillik ve Eğitimsizlik

Mavişehir

1-5

3.41 (1.09)

Kürtler genel olarak cahil ve eğitimsiz insanlardır.

Tatminsizlik ve İsyankarlık

Mavişehir

1-5

3.23 (1.23)

Kürtlerin oldukça tatminsiz ve isyankâr bir grup olduklarını düşünüyorum.

Mağduriyet

Mavişehir

1-5

3.86 (1.08)

Kürtlerin mağduriyet söylemini gereğinden fazla benimsediklerini düşünüyorum.

Çocuk yapma

Mavişehir

1-5

3.27 (1.35)

Kürtlerin daha çok çocuk yapmalarının siyasi bir amacı olduğunu düşünüyorum

Güvenirlik

Mavişehir

1-5

3.09 (1.21)

Kürtlerin Türklere göre daha az güvenilir olduğuna inanıyorum.

Sorular (Kürtlere Türkler Hakkında)

 

 

 

 

Ultra-Milliyetçilik

Kadifekale

1-5

3.59 (1.25)

Türkler genellikle ultra-miliyetçidir

Üstünlük Algısı

Kadifekale

1-5

3.86 (1.35)

Türkler her alanda kendilerini Kürtlerden üstün görüyorlar

Siyasette bilgisizlik

Kadifekale

1-5

3.17 (1.29)

Kürtlere oranla, Türkler siyaset konusunda bilgisiz/yeterince bilgili değil

Günlük Hayatta Önyargı

Kadifekale

1-5

4.18 (1.09)

Genelde, Türkler günlük hayatta büyük ölçüde Kürtlere karşı önyargılılar.

Birlikte yaşama isteği

Kadifekale

1-5

3.44 (1.36)

Türklerin çoğu Kürtlerle yaşamak istemiyor

Barış Çabaları

Kadifekale

1-5

4.19 (1.19)

Türkler, barış için Kürtler kadar uğraşmıyor

Demokratik Değerler

Kadifekale

1-5

3.79 (1.25)

Genelde Türkler demokratik değerlere sahip değiller

 

Bu tablodan Kürtlerin Türklere oranla daha önyargılı olduğu sonucu çıkmamalıdır. Görüldüğü üzere sorular iki gruba farklı sorulmuştur. Dahası, Kürt tarafının skorları yüksek olmakla birlikte içeriğe bakıldığında Türklerin Kürtler hakkındaki düşüncelerinin daha olumsuz olduğu gözlemlenmektedir. Kısacası, her iki kesimin de birbirinden farklı olmakla birlikte önyargıları ve olumsuz düşünceleri yüksektir. Bu çalışmada açık uçlu olarak iki kesime birbirleri hakkında “Türk/Kürt denince aklınıza gelen ilk üç şey nedir?” diye de sorduk. Bu soruya cevap verenlerin yüzde 40’ı, yani 66 katılımcının 25’i “Kürt” denince aklına gelen şeyler arasında “cahil, eğitimsiz, kaba, kültürsüz ve geri” tanımlamalarında bulunmuştur. Kürtler, Türkler hakkında ise daha çok milliyetçiliklerine referans veren sıfatlar söylemişlerdir. Bunlar içersinde Atatürk, bayrak gibi simgesel referanslar olmakla birlikte, Kürtlerin devletle olan acılı geçmişine referans veren (ve hatta belki de bu konuda Türkleri suçlayan) kelimeler de mevcuttur: ağalık, mülkiyet, göç, sürgün, baskı/zulüm, güç/kudret. Daha da ilginci, Türk siyasetinde egemen olan “Türk-Kürt kardeştir” sloganı daha çok Türklerin değil, Kürtlerin Türkler hakkında düşüncelerinde vukuu bulmaktadır. Kürtlerin Türkler hakkında akıllarına gelen ilk üç şey içersinde “kardeşlik,” “Çanakkale,” “et/tırnak” referansları da bulunmaktadır. Fakat, Kürtlerin cevaplarından çıkan sonuç şudur ki toplum olarak bir Kürt-Türk silahlı çatışması yaşamamış olsak da Kürtlerin acılarının, aşağılanma duygularının ve kırgınlık/kızgınlıklarının yöneldiği tek nokta artık devletle sınırlı kalmaktan çıkmış, Türklere de yönelmeye başlamıştır.

Hem bu çalışma, hem KONDA 2012 çalışmamızın en çarpıcı sonuçlarından biri eğitim seviyesinin önyargı, basmakalıp düşünce ve milliyetçilik seviyelerinde bir farklılık yaratmamasıdır. Daha kötüsü, eğitim seviyesi yükseldikçe bireyin öteki olarak tanımladığı kesim sayısı çoğalmaktadır. Öte yandan eğitim seviyesi en düşüklerde ve varoşlarda yaşayanların beşte dördünde tanımlanmış bir “öteki” yoktur. Bu çalışmaya katılan bireylerin yüzde 42,8’inin öteki hakkındaki bilgilerinin “hiçbirini şahsen tanımadığı halde, medyadan okuduklarıyla sınırlı olduğu” bulunmuştur. “Benden farklı olan, ötekilerden birisini tanımadan önce onlar hakkında daha kötü düşünüyordum” diyenler yüzde 25,5 oranında kalırken, yüzde 51 oranındaki katılımcı, tanıdıktan sonra da öteki hakkındaki düşüncesinin değişmediğini söylemiştir. Bu da göstermektedir ki kimlik bazında “öteki” olarak tanımlanan kişi hakkında bilgiler çoğunlukla egemen kültür yoluyla aktarılmakta ve pekiştirilmektedir. “Öteki”ni tanıma bu olumsuz algıları ancak belirli bir düzeyde değiştirebilmekte, çoğunlukla değiştirememektedir. Dahası etnik bir “öteki” tanımlayanlar, tanımladıkları “öteki”ni yakın çevrelerine sınırlı düzeyde sokmaktadırlar. Mesela, ötekini bir etnik kimlik üzerinden (yani Kürtler olarak) tanımlayanların yüzde 41’i alışveriş yaptığı dükkanlarda ötekiyle karşılaşmaktan rahatsız olmaktadır.

Sonuç olarak, eğitim sistemi “öteki”ni tanıma ve kabullenme süreçlerine olumlu bir katkıda bulunmamakta, aksine eğitim seviyesi yükseldikçe öteki tanımı çoğalmaktadır. Bireylerin, kendi gruplarına olan bağlılıklarının ve kendilerini diğerlerinden üstün görme duygularının yüksek olduğu durumlarda “öteki”ni tanıma ve hayatına kabul etme arzularının az olduğu görülmektedir.

Bu gibi durumlarda Uyuşmazlık Çözümü literatürü bize bu grupların kaliteli temasa geçirilmesi gerektiğini söyler. Kaliteli temas,

ü  “öteki” olarak görülen gruplardan bireylerin eşit şartlarda bir araya getirilmesi;

ü  bu grupların ortak amaçlar belirlemesine yardımcı olunması;

ü  bu ortak amaç sağlanmaya çalışılırken gruplar arası dayanışmanın sağlanması ve

ü  bütün bu sürecin yetkili otoriterlerce desteklenmesidir.

“Öteki”leştirme süreçlerinin beslediği duygu ve düşünce kalıplarının zayıflatılması ve demokrasi kültürünün yaygınlaştırılması sosyal ve siyasi bir gündemle desteklenmelidir. Bir yandan eğitimimizdeki “öteki”leştiren ders materyalleri ayıklanmalı, birbirini “öteki” olarak gören gruplar kaliteli temasa geçirilmeli, tüm bu süreçler siyasi bir kararlılıkla desteklenmelidir.

 

SİVİL TOPLUM NE YAPMALI?

Sivil toplum ve barış süreçleri üzerine başka yerlerde yapılan çalışmalar bize şunu gösteriyor ki direkt veya dolaylı yollardan yapılan müzakereler veya anayasa yazım süreçleri çatışmanın sadece siyasi, hukuki, ekonomik ve güvenlik boyutuna el atabilir. Fakat barış süreçlerinin başlaması, sürdürülmesi ve kalıcı kılınması için bu süreçlerin toplum tarafından benimsenmesi, ya da en iyi koşulda bozulmaması gereklidir. Bu yüzden de toplumda taraflar arası güven inşaası, önyargıların yıkılması, travma tedavisi, geçmişle yüzleşme ve adaletin tesisi konuları önem kazanmaktadır- ki bu konular müzakere ve anayasa yapımı gibi yapısal yöntemlerle çözülemez. Bu tür konular, İkinci Seviye ya da Vatandaşlık Diplomasisi dediğimiz yöntemlerle çözülebilir. Bütünsel barış süreci makro süreçlerin bu tür mikro süreçlerle birbirinden haberdar ve birbirini tamamlayıcı şekilde planlanmasını gerektirir. Aynı zamanda bu süreçler bir yandan geçmişle yüzleşirken bir yandan da geleceği inşaa etmelidir.

Sivil toplum kuruluşları (STK), Kürt sorununa müdahil olduklarında ne yazık ki sorunun doğasını anlayan, taraflarını bir araya getirmeye çalışan ve yaptıkları aktivite ve müdahalenin olası sonuçlarını ve beklentilerini hesaplayan bir çalışma yapmadan sürece dâhil olmaktadırlar. Herhangi bir müdahele, öncesinde aşağıda belirteceğim önemli üç soruyu cevaplamak zorundadır:

  1. Yaptığım çalışma/müdahale, ulaştığım kişilerin hayatında nasıl bir değişim yaratmayı amaçlıyor? (mikro-amaç)
  2. Bu değişim nasıl bir toplumsal değişim yaratmalı? (makro-amaç)
  3. Bu değişim çok katmanlı çatışmanın hangi ana nedenini değiştirecek bir değişime yol açar?

Bu sorulara verilecek cevap ise önce değişim yaratmayı istediğimiz alan önündeki engel ya da çatışmayı besleyen faktörlerin belirlenmesini gerektirir.

2010’da yayınladığım bir çalışmamda, Kürt meselesinin çeşitli boyutları üzerine çalışan STK’ların çoğunlukla sosyal yardım ve savunuculuk görevleri yaptığı ve çatışmanın şiddetinin arttığı ve toplumsal kutuplaşmanın yükseldiği safhalarda gerekli olan taraflar arası birleştiricilik (social cohesion) ve arabuluculuk (mediation) görevlerini yapmadığını gösterdim. Konuşmamda son olarak uyuşmazlık çözümünde varolan barış süreçleri teorilerindeki daha önce sıraladığım 3 sorunun yanıtı olarak verilen cevaplar ışığında neler yapılabiliri tartışmak istiyorum (Çelik ve Blum 2007):

  1. BİREYSEL DEĞİŞİM TEORİLERİ VE STK’lar: Bu teoriler, barışın ancak kişisel tutum, davranış ve becerilerinin değiştirilmesi ve bu bireylerin bir kritik kütle (critical mass) oluşturmasıyla mümkün olacağını söyler. Kürt meselesinde barış sürecinden umudunu yitirmiş, kızgın, öfkeli kesimi ile Kürtlere karşı önyargıları kuvvetli kesimlerin önyargılarını kırmaya yönelik ayrı ayrı projeler üretmeyi gerektirir. Çünkü barışın önündeki engel özellikle Kürtlerce yaşanan umutsuzluk duygusu, kırgınlık/kızgınlık ve her iki tarafın birbirine karşı olan önyargı ve korkularıdır. Bu olumsuz duyguların azaltılmasına yönelik çalışmalar yapılmadan bir araya getirilen kesimler, barış süreçlerinde yaşanılacak herhangi bir olumsuzluk karşısında ayakta duramayabilirler.
  2. SİVİL TOPLUM MOBİLİZASYON TEORİLERİ ve STK’lar: Bu teoriler sivil toplumun gücünün liderleri etkiyebileceğini, dolayısıyla güçlü bir sivil toplum iradesinin barışı sağlayacağını iddia eder. Bu alandaki çalışmalar, barış bölgeleri oluşturma, siyasa yapım sürecine direkt katılamayan ama etkileme gücü olan farklı siyasi görüşleri olan akademisyen, STK temsilcisi, gazetesi v.b. kimselerin bir araya getirilerek seçilen belli konularda bir görüş birliği oluşturarak kamuoyunu barışı destekleyecek oluşturması ve STK’ ların koalisyonlar kurması olarak özetlenebilir. 1999’dan beri kısa süreli yapılan Aydın Girişimi, Yurttaş Girişimi ve Barış Grubu çalışmaları önemli çalışmalar olmakla birlikte sürekliliğinin olmaması zayıf yanlarıdır. Sürekliliği olan ve bir önderlik yürütebilen sivil toplum girişimleri gündemin dilinin ve içeriğinin belirlenmesine büyük katkı sağlayabilir.
  3. SAĞLIKLI İLİŞKİLER VE BAĞLANTILAR TEORİSİ ve STK’LAR: Bu teoriler, barışın ancak başta özetlediğim gruplar arası önyargılı ve olumsuz tutumlarının bertaraf edilmesi ve daha sağlıklı ilişkilerin kurulması yoluyla olacağını iddia eder. Bu açıdan bakıldığında barış sürecinin önündeki en önemli engel gruplar arası iletişimin ve ortak aidiyet duygusunun sağlanamamış olmasıdır. Bu sorunları aşmak için STK, küçük bölgeler bazında (örneğin Tarlabaşı’nda) diyalog projeleri üretmesi ya da Erzurum’daki üniversiteli gençlerden farklı düşüncedekileri ortak bir şeyler üretecek süreçlere sokması, değişik kesimden gençlerin birbirini anlayabileceği ve dinleyeceği yaz okulları projelerinin geliştirilmesi ve yerel barış komitelerinin oluşturulması gibi faaliyetler planlayabilir. Bu faaliyetlerdeki amaç, çatışan kimlikler (Türk-Kürt) üzerinden değil, birleştiren aidiyetler (öğrenci olmak, genç olmak) üzerinden empati ve anlama yaratmaya çalışmaktır.

SONUÇ YERİNE:

            Elbette ki bu süreçleri yürütmek ve başarı sağlamak kuvvetli bir sivil toplum oluşumu gerektirir. STK’ların çalışmalarını kısıtlayıcı en önemli çevresel faktörler devletin STK’lara karşı tutumu, çatışmanın şiddeti (ya da tekrar şiddetlenmesi olasılığı), sivil toplumun yapısı ve dış aktörlerin tutumudur. Barış süreçlerinin kalıcı, tüm zorluklara rağmen sivil toplumun barışa desteği, ulaşılması zor kesimlere ulaşması ve özellikle çeşitli seviyelerde çatışma yaşamış kesimlerin diyalogunun kesintisiz sürmesini sağlamasına bağlıdır.