İşini hakkıyla yapmak seküler bir namus yeminidir

Yazar / Referans: 
Levent Ünsaldı
Tarih: 
04.02.2016

Barış Ünlü’nün bugün davası vardı, Ankara Adliyesinde, DTCF’nin tam karşısı; çok farklı dönemlerin mimari anlayışını yansıtmakla beraber her ikisi de olabildiğince “çatık kaşlı”. Sosyoloji bölümünün eski dersliği, 433 diye bilinir, adliyeye tam karşıdan bakardı. İki devlet kurumu, iki çatık kaşlı bina… Yine bilen bilir, ders anlatırken hiç oturmam ben, sınıfın bir ucundan diğer bir ucuna dolaşır dururum; bilmiyorum neden; irticâlen konuşmayı alışkanlık haline getirdiğim ve sıklıkla daldan dala atladığım için belki de; yaşamım da hep öyle oldu ya… neyse, geçiyorum. O sınıfı, ki oldukça büyüktür, boydan boya arşınlarken gözüm bir taraftan adliyeye ilişir, diğer taraftan da fevkalade “yıkıcı-ahlaksız-gayri milli” örnekler vermekten geri durmazdım. Örnek mi? Misal bilgi sosyolojisi dersinden: “Önümüzde cansız bir insan bedeni var. Dar anlamıyla nesnel gerçekliğinde bu sadece ve sadece cansız bir insan bedeni. Peki bu bedeni, “şehit”, “leş”, “kadavra” veya “mevta” olarak adlandırdığımızda ne değişir? Şehit: önünde saygıyla eğilir, leş: yerlerde sürüklenir, kadavra: kesip biçilir, mevta: cenaze namazı kılınır. Fark ne? Sadece bir sözcük! Lakin toplumsalın (dilsel diye de okuyabilirsiniz) sihri de burada yatar; sözcük, nesneyle kurduğunuz ilişkiye sızar, ister istemez; bu ilişkiyi bir hissiyat ilişkisine dönüştürür, kaçınılmaz olarak; nesne artık bir sözcüktür de, aynı zamanda; birdir onlar, ayıramazsınız. Asker erkektir, çünkü erkek savaşçıdır; çünkü erkek cesurdur. Bugün Genelkurmay Başkanının eşcinsel olduğunu düşünebilir miyiz? Ama tüm insanlık tarihinin tanıdığı en büyük askeri deha ve kumandan Büyük İskender biseksüeldi! Arada değişen neydi? Tarihsel olarak inşa edilmiş cinsiyet kalıpları… Tam da bu tarihsellik vurgusudur ki sosyal bilime o “yıkıcı-eleştirel-sorgulatıcı” karakterini veren ve iktidar odaklarının üzerine yüklenmesine sebep olan. Fıtrat derseniz, tarih üstü kutsal kategoriler tesis ederseniz (millet, devlet, erkek, kadın, vb.) ve bunları hakikat kitapçığının “tartışılması dahi teklif edilemeyecek” maddeleri arasına eklerseniz orada sosyal bilim falan kalmaz. Sosyal Bilim, tarihsel bir hakikati kuramsal açıklığa kavuşturma yönünde sürekli bir mesaidir. Bu mesainin kutsalı, vatanı, millisi, gayri millisi, tabusu olmaz. EVRENSELDİR. Faydalıdır da; bu bahsettiğim kategorilerin tarihselliğinin idrakine varırsanız, birbirinizi kesmezsiniz “sen şusun, sen busun diye”!

“Tüm ama tüm kutsallarınızın ne derece üstüne gidebilirsiniz? Kan tutan cerrah olmaz!” İşte sosyolojiye giriş dersinde, o sınıfta, şaşkın gözlerle bana bakan 1. Sınıf öğrencileri önünde dukalarımdan dökülen ilk sözcükler. “Bunların dersine girmeyin” demişti bir silahşör-köşe yazarı. Onlardan biriyim sanırım… Ve evet, bunu DTCF’de diyorum, tüm tartışmalı “hikâyesine”, tarihinde küstürdüğü, “kıydığı” tüm büyük bilim insanlarına rağmen, orada, 433 nolu derslikte… Karşımda ise Ankara Adliye Sarayı; sanki “netliği”, “sorgulanamazlığı” “köşeli olanı” sembolize eden dikdörtgen binasıyla bana bakıyor, “Hoca bokunu çıkartma!” der gibi… Barış bugün orada, bu “bokunu çıkartma” hakkını onurluca savundu. Hakikati, “….adına sabitlemek-düzleştirmek”, böylece de sorgu-dışı bırakmak isteyen bir kurum karşısında, aynı hakikati başka bir şekilde “söylemeyi”, onu tarihin ezber bozucu patikalarına çekmeyi kurucu ilke yapmış (veya yapması gereken) bir mesleği, üniversiteyi, bilimi, onun olmazsa olmaz özerkliğini ve bunun az çok tesis edildiği başka bir devlet kurumunu, Mülkiyeyi, hatta DTCF’yi ve sayısı az da olsa benzer yarı-özerk adacıkları savundu. Bunu hepimiz için yaptı Barış. Şunu dedi: “Ben korkusuz değilim. Ve korkanların dahi fikirlerini özgürce söyleyebilmesine imkân tanıyacak özerk bir bilim alanı için buradayım.” Barış bugün işini iyi yaptı…

Oysa bizim mahallede [Akademide] işler pek böyle yürümez. İşini iyi yapan usta sayısı çok değildir. Herkes iyi [bilimsel] sıva atarım der ama atılan sıvalar genelde ilk yağmurla dökülür. Zira bizim mahallede bu iş [akademisyenlik] genelde ek iş olarak yapılır, ekstraya gider gibi; böyle kendinde bir tutkusu olabilecek bir zanaat değildir. Güncel siyasetin ya da memuriyetin başka yollarla devamıdır ekseriyetle. Önce ya memur olursun ya da bilmemneci, sonra sıvacı [akademisyen], oysa tersini yapmak gerekir. Bizim mahallede bir yer kapatmak da kolaydır, öyle çok bir şey gerekmez; eş dost ilişkileri, siyasal-dinsel aidiyetler, kayırmacı ağlar, hemşerilik bağları, vb, yeterlidir dükkân açmak için. Uzun lafın kısası, mesleki aidiyeti ve ahlaki-etik kaideleri çok zayıftır bizim mahallenin.

“1128” depremi bizim mahallenin altından geçen fay hattının halen aktif olduğunu bir kez daha hatırlattı ve “deprem” gerçeğiyle bizi bir kez daha yüzleştirdi. Malum, yapılar da “kaçak”, çöktü gitti her şey! Daha düne kadar sohbet ettiğimiz, çay içtiğimiz, güzel de bir hukukumuz olan “mütedeyyin komşuların” bir işaretle “tetikçiye” dönüşmesinden tutun da, bizim kanımızla fantezi yapmak isteyen mahalle dışından serserilere, lejyonerlere dönüşen idarecilere, oradan, güvendiğimiz, arkamızda duracaklarını sandığımız “bizden bebelerin” ortadan bir anda kaybolmalarına dek bir dizi kopuş; idari ve cezai soruşturmalar, uzaklaştırmalar, tehditler, hakaretler; düşündürücü ve kahredici artçılar… Anlayacağınız hasar büyük! Eğer yarın halen aynı mahallede kalmaya devam edersek, TOKİ girip yeni bir dönüşüm başlatmazsa elbette, dörtyolun orada, öyle veya böyle yolumuzun kesişeceği bir kahvede, konferansta, jüride, kongrede nasıl yan yana geleceğiz. Nasıl olacak şimdi? Nasıl iletişim kurabileceğiz? Ne diyeceğiz birbirimize? “Yarın yüz yüze bakacağız” derler ya; işte asıl tahribat orada. Komşu komşuya yapmaz bunları.

Bir bilimsel çalışmanın kalitesi, o çalışmanın üretildiği alanın kalitesiyle, yani özerklik derecesiyle doğrudan ilişkilidir. Yukarıda bahsettiğim türden hür ve ezber bozucu fikirler, ancak ve ancak, olabildiğince özerk, kendi etik ve ahlaki kaidelerini oluşturmuş, kendine has müsabaka ve iletişim koşullarını tesis etmiş bir âlimler cemiyeti dairesinde yeşerebilir. Pek bir tartışma konusu olmuş (ve kuşkusuz olmaya da devam edecek olan) bilimsel nesnellik meselesini dahi bu çerçevede kıymetlendirmek gerekir. Sosyal bilimlerde her metin, her çalışma, nesnellik iddiası yüksek türlü tekniklere istediği kadar başvurmuş olsun, tek bir âlimin zihninden, mesaisinden dökülmüş kıvılcımlar olarak kaldığı müddetçe sübjektivitenin en pür noktasıdır. O metin, Mannheim’ın “serbestçe süzülen entelektüeli” misali, başka perspektiflere yani konumlara kendini açmadıkça nesnellik iddiasını bir üst düzeye taşımakta zorlanacaktır. Metne sızacak her yeni perspektif, karmaşık tarihsel hakikati nesnel surette kuşatma yolunda ona kaldırım taşı vazifesi görecektir. Kısacası, tek başına yapılabilecek bir iş değildir bizimkisi. Kolektif olmak zorundadır. Hakemli dergiler, konferanslar, jüriler esasında bunun için vardır. Fikri münakaşa ve melezlenme, âlimlerin kendi aralarında tesis etmeleri gereken eleştirel bir diyalog formu olarak nesnellik araçlarıdır; özerklik ise tüm bunların taşıyıcı kolunu.

Bizim mahalle hiçbir zaman böyle olmadı, kabul. Ama elimizde kalan ufak tefek adacıklar ve kazanımlar da 1128 depremiyle kayboldu gitti. Alanın polarizasyonu, üretilen çalışmaların kalitesinde ve nesnellik iddiasında doğrudan belirleyici eleştirel diyalog imkânını bugün tamamıyla ortadan kaldırdı; Konumlar sertleşti; herkes kendi evine; hoş geldin dogmatizm! Artık buradan bilim vb çıkmasını da beklemeyin; saflık olur! Biz hep ODTÜ’nün Ulusal Sosyal Bilimler Kongrelerine gidelim, siz de Konya’da “Modernite ve Sekülarizm Eleştirisi” temalı etkinlikler düzenleyin. Pek karışmayalım birbirimize; sen, ben, bizim oğlan ve aygıt olarak bilim alanı; buyurun, hayırlı olsun hepimiz için. Üstelik hafriyatı kaldırmak ve yeni bir kentsel dönüşüm projesi dâhilinde, çevre yolları vasıtasıyla başka belediyelere bağlı, özerkliğini tamamen kaybetmiş, ruhsuz, aidiyetsiz ve biat etmiş bir mahalle inşa etmek için TOKİ’nin iş makineleri de kapıda. Elbette, bizim mahallenin içinden de buna çok hevesli olanlar var; kahredici! Sessizlikleriyle TOKİ ekiplerini buyur edenler de cabası; düşündürücü!

Kısacası, 1128 depreminin tüm siyasal fay hatlarının ötesinde-berisinde, zira mesele artık bu olmaktan çoktan çıktı, mahalle ahalisinden beklenen, onurlu bir meslek-bilim-fikir hürriyeti savunusudur. Bunu bizim yerimize yapacak başka kimse de yok. Yarın gerçekten çok geç olacak. Mesleğimizin ve bilimin icra koşulları, hür ve eleştirel düşüncenin yeşermesi için gerekli topraklar bugün hiç olmadığı kadar taarruz altında. İşini hakkıyla yapmak; işin olmazsa olmazını, yani başta bilimsel özerklik ve fikir hürriyeti olmak üzere mesleğin icra koşullarını da müdafaa etmektir. Evet, bir kez daha, Barış bugün işini iyi yaptı… Ben de yapayım ve gidip soruşturma tebligatımı alayım!

Doç. Dr. Levent Ünsaldı

http://www.presshaber.com/