Yrd. Doç. Dr. Meral Camcı, Barış için Akademisyenler’in “Bu suça ortak olmayacağız” metnine imza attığı gerekçesi ile İngilizce Mütercim Tercümanlık bölümünde görev yaptığı İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi’ndeki işinden atıldı. Akademisyenlere yönelik iktidar eliyle başlatılan saldırıda işten atılan 19 akademisyenden 17’si, Camcı gibi vakıf üniversitelerinde çalışan akademisyenler.
Camcı ile hem Barış için Akademisyenler’in yüksek sesle dile getirdiği “hakikati”, hem de bu hakikat karşısında yükselen iktidar saldırılarının görünür kıldığı güvencesizlik ortamını, üniversitenin iktidar ve sermaye ile kurduğu ilişkileri konuştuk.
Bu sürecin iktidarın savaş politikalarına karşı bir tutum olduğu kadar verili üniversitenin de sorgulamasına dönüştüğünü ifade eden Camcı, mevcut güvencesizlik ve baskı ortamında zaten akademik özgürlükten söz edilemeyeceğini belirtti. Üniversite bileşenlerinin ortak mücadelesinin önemine ve tarihten bu yana yükseltilen özerk-demokratik üniversite mücadelesinin bugün kazandığı anlama dikkat çekti
“Metinlerin seslenme işlevi vardır, Barış için Akademisyenler metninin iktidara, Erdoğan’a seslendiğini düşünüyorum. O bunu gördü ve onun için pas geçilemez birşeydi. Çünkü hiç bir muhalif ses istemiyor, küçük, büyük hiç bir muhalif odak istemiyor.”
“Barış mücadelesi hakikatin yüksek sesle söylenmesi meselesiydi, ama bu adımla başlayan süreç aslında üniversitenin yapısal olarak sorgulanması sürecine de dönüştü.”
“İmzamı geri çekeyim demek, kendi kendini inkar etmek olur. Metin üreten, çözümleyen insanlarız. Biz okuduğumuzu anlamıyorsak üniversitedeki varlığımızı sorguluyor olmamız lazım”
Güvencesiz bir ortamda akademik özgürlük, akademik çalışma yapmak dahi mümkün değil. Başta işten çıkarılma tehdidi ile çevrilisin. Vakıf üniversitelerinin bu hızla hareket etmesi sermaye-iktidar ilişkileri ile ilgili
“Üniversite ayakta kalacaksa, bu baskı rejimi karşısında örgütlenerek, ortak mücadele ederek, mücadele ederken kendisini de dönüştürerek kalacak.”
Sendika.Org: Barış için Akademisyenler’in imza kampanyası iktidarın savaş politikalarına karşı toplumda biriken hoşnutsuzluğun dışa vurulmasını sağlayan bir işaret fişeğine dönüştü. Bekliyor muydunuz siz böyle bir etkiyi, neden imza atmaya karar verdiniz ?
Meral Camcı: İmza kampanyası bir eylemlilik biçimi olarak çok yaygın kullanılan ve etkisizleştirilmiş bir araca dönüşmüş gibi geliyordu. Bu nedenle bir çok konuda benim de katılmadığım kampanya oldu. Ancak Barış için Akademisyenler’in girişimi içerik ve an bakımından “olmazsa olmaz” noktasıydı. Tanıklık etmeye zorlandığımız süreç, insanların öldürüldüğü, toplu ölümlerin yaşandığı, devletin ağır silahlarla, tankı, tüfeği ile sivil insanların yaşadığı mahallelelere girdiği ve yaşananların ana akım medyada görülmediği bir süreçti. Birşey yapmak gerekiyordu. Bunu yapmalıyım dedim, elbette yaratacağı etkinin bu denli büyük olacağını düşünmedim.
Ancak şunu söyleyebilirim, metni oluşturma sürecinde dil kullanımında, retoriğin belirlenmesinde etkinin arttırılması gözetildi. Bu nedenle “Bu suça ortak olmayacağız” denildi. Ortada bir suç olduğunun ifşası, bunu teşhir etme kaygısı vardı.
Etkinin de orada düğümlendiğini düşünüyorum. “Hakikati yüksek sesle söylemek gerekir” meselesi. Hakikat söylendi, bunu söyleme biçiminin de etkiyi arttırdığını düşünüyorum.
Erdoğan ya da AKP iktidarı bu kampanyayı görmezden gelse belki etkisi de bu denli olmayacaktı. Ancak üniversiteden gelen bu çıkışa olabilecek en sert biçimde karşılık verdiler. İktidarın gösterdiği tepkiyi nasıl yorumluyorsunuz?
Metinlerin seslenme işlevi vardır, Barış için Akademisyenler metninin iktidara, Erdoğan’a seslendiğini düşünüyorum. O bunu gördü ve onun için pas geçilemez birşeydi. Çünkü hiç bir muhalif ses istemiyor, küçük büyük hiç bir muhalif odak istemiyor.
Üstelik bu sesin üniversiteden çıkması da önemliydi. İlk etapta 89 Ayrı üniversiteden 1128 akademisyenin ortak tutumu söz konusu. Bu sayı beni de şaşırtmıştı. Ardından metne imza atan akademisyenlere yönelik saldırı dalgası başlar başlamaz imza sayısı 2 bini geçti. İlk imzalardan sonra eklenenler bu baskıyı görerek ve buna karşı da tutum alarak attılar imzalarını bence bu çok değerliydi. İlk imza savaş politikalarına karşı bir çığlıktı, arkasından gelen imzalar ve diğer “barış için” inisiyatiflerinin destekleri hem savaş politikalarına hem de iktidar tarafından bu topluma dayatılan baskı politikalarına, akademinin susturulması çabasına, muhafeletsiz bir toplum yaratma girişimine karşı bir tutumdu.
Bugün Erdoğan eliyle bir fiili diktatörlük kurulduğu eleştirisi yapılıyor, tüm kurumsal yapılarda ve toplumun üzerinde tam hegemonya sağlamayı iktidarının sürekliliği için elzem gören bir yapı var. Üstelik uzunca bir süredir bunu şiddet araçlarını devreye sokarak ve baskıyı tırmandırarak yapıyor. Tam bu sırada üniversiteden “hayır” sesi yükseldi ve arkası geldi…bu sesin üniversiteden gelmesinin, devamında gelişen süreç açısından özel bir etkisi var mı?
Evet, etki tepki birbirini doğuruyor, büyütüyor. Tüm toplumsal hareketliliklerin özünde bu var. Aynı zamanda öngörülemezlik. Toplumsal hareketler açısından gelişme seyri ilk itkiyi yaratan tarafından da öngörülemez biçimde ilerliyor. Elbette bir toplumsal arka planı var. Ama bir noktada bir itki, tetikleyici bir girişim oluyor. Bu girişime gelen tepki de kendisine karşı tepkiyi büyütüyor.
Toplumsal muhafetin diğer odakları açısından da bir sözde ortaklaşma oluşabilir, örneğin “barış” herkesin ortak sözü, “barış talebi” herkesin talebi. Ama Barış için Akademisyenler’in yarattığı etkide ünversitenin yapısal konumunun, misyonunun da yeri olduğunu düşünüyorum. Tüm insanlık tarihi boyunca olduğu gibi dönüştürücü bir etki yarattı üniversite, burada da. Sonuçta eleştirel düşünceyi üretiyorsun. Bu uzun süredir baskılanan bir şeydi. Ama baskılanması yok olduğu anlamına gelmiyor.
Eleştirel düşünceyi üreten ve bunu yaygınlaştıran üniversite şu ya da bu iktidara değil, iktidara, egemenlik biçimine karşı olan bir yapı. Bilimsel üretim böyle var oluyor, yapıyı tekrar tekrar yıkarak ilerliyorsun, ileriye taşıyorsun.
Toplumsal siyasal düzlemde de böyle, kuramsal olarak da böyle. Üniversitede olan bu olmalı. Hangi alanda çalışıyorsan çalış, verili yapıyı kırmak, ileri gitmek. Hiç bir iktidarla bağdaşamayacak üniversite yapısı bu. Onların anlamadıkları da bu ya da belki gözlerini korkutan, onlara bilinemez gelen. Üniversitenin bu tanımından haberdar olduklarını düşünmüyorum ya da üniversiteyi bu şekilde konumlandırdıklarını. Üniversiteyi bir ideolojik aygıt olarak görüyorlardır evet ama bu eleştirellik meselesi, iktidar karşısındaki konumu uzlaşmazdır, yani aslında üniversitenin varoluş nedeni…onları korkutan da bu.
Erdoğan, Barış için Akademisyenler metni yayımlandığında akademisyenleri “hain” ilan etti. Davutoğlu ise saldırırken aynı zamanda “İmzalarını geri çekeceklerini düşünüyorum” sözleri ile de ifade edilebilecek bir taktik güttü. Karşı tarafın çözülmesini sağlama ve böylece kendi güçlerini tahkim etme taktiği. Hatta alternatif ve savaş dilini yeniden üreten bir başka imza girişimi de oldu. Ancak tüm saldırılara rağmen Barış için Akademisyenler girişiminin hikayesi bir mağduriyet ve çözülme hikayesi olarak değil, tutumunun arkasında durma ve yaygınlaşma olarak yaşandı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Evet. Net ve kararlı bir duruş sergilendi. Kendi açımdan da bunu hissettim. Kendi üniversitemde de Davutoğlu’nun açıklamaları üzerine imzamın geri çekilmesini istediler. Böyle bir görüşme oldu aramızda. Ancak ben de geri adım atmadım, aynı anda belki birbirinden habersiz olarak çok sayıda arkadaşımız aynı tutumu gösterdi. İlginç bir ortaklık hem bağımsız hem de birlikte hareket eden, ortak bir tavır sergileyen. İmzayı çekmek bir akademisyen için kabul edilebilir bir durum değil.
Metin üreten, metin çözümleyen kişileriz bir metnin altına imza atmışsa bir akademisyen, geri çekmek demek sanki okumuş da okuduğunu anlamamış demek. Geri çekeyim demek, kendi kendini inkar etmek olur. Biz okuduğumuzu anlamıyorsak üniversitedeki varlığımızı sorguluyor olmamız lazım.
Sizin sürecinize gelirsek. İmzayı attığınızda ilk anda üniversitenizde bir tepki oluştu mu size karşı? Biliniyor muydu imza attığınız?
Hayır, bu çalışma zaten ana akım medya kanalları aracılığı ile öğrenebilecek bir durum değildi. İktidar gündeme taşıdıktan, saldırı için bir nevi emir verdikten ve harekete geçtikten sonra oldu. 13 Ocak’ta YÖK üniversitelere yazı gönderdi. Kısaca üniversitelerin gündemine iktidar eliyle sokuldu.
Peki ardından neler yaşadınız?
Dediğim gibi 13 Ocak itibariyle tüm üniversitelere YÖK’ten yazı geldi. Pazartesi basın açıklamasıyla imza metni paylaşılmıştı. Çarşamba günü rektörlüğe çağrıldım. Diyalog şöyle gelişti. “İmzaladınız mı imzaladım, okudunuz mu okudum, peki burada sorumluluğun farkında mısınız, evet farkındayım, bilerek isteyerek ve bir taleple imzaladım” Bana imzayı çekmem ya da istifa etmem söylendi. Ve yapmayacağımı söylememe rağmen bir opsiyon tanındı. Tekrar bir sonraki Salı gününe kadar ben derslerime devam ettim. O gün tekrar soruldu aynı yanıtı verdim. Ardından disiplin soruşturması süreci başladı. Savunmamı ben yazılı olarak verdim. Bu arada akademik yılın ikinci dönemi başladı, ben derslerime, çalışmalarıma devam ettim. İkinci dönemin ikinci haftasında 23 Şubat tarihinde ders arasında bir cenazeye gitmek için izin almaya çıktığımda tebligat bana ulaştırıldı.
Hangi dersleri veriyorsunuz, sizin işten çıkarılmanız öğrenciler açısından ne ifade ediyor? İşten çıkarılmanızın ardından neler oldu?
Mütercim-Tercümanlık bölümlerinde temel dersler dediğimiz bir modül vardır. Birinci sınıfta çeviriye girişle başlar, dördüncü sınıfta da özel alt alanlarda, örneğin altyazı çevirisi gibi seçmeli modülden derslerle biter. Çeviride araştırma teknikleri, edebiyat çevirisi, alt yazı çevirisi, bazı özel alanların çevirisi-sosyal bilimler metinleri çevirisi vs.- gibi derslerim vardı. Birinci sınıftan dördüncü sınıfa kadar her sınıfla temasım var. Tabii bu süreçte üniversitenin öğrenciyi hesaba katmama durumu var. Birden işten çıkarılarak üniversitemden, öğrencilerimden uzaklaştırıldım. Öğrencinin haberi yoktu. Resmi bir açıklama yapıldığını da zannetmiyorum, bir anda hocaları gitmiş oldu, dersleri boş geçiyor.
Salı günü tebligatı aldım, hemen akabinde bölümde üç yıldır çeviri alanı deslerine gelen, alanın değerli bir akademisyeni olan Doç Dr. Betül Parlak da öğrencilerini bırakmanın onun için çok zor olduğunu da ifade ederek bana destek vermek amacıyla ders görevlendirmesini reddetti. Çarşamba günü de üniversitemde ben eşyalarımı toplamaya gittiğimde öğrencilerim bana destek olmak beni okuldan uğurlamak amacıyla bir ağaç fidesi diktiler, adını da barış koydular. Onlar da en temel haklarını, yani eğitim haklarını talep ediyorlar.
Bu süreçte dikkat çekici bir nokta da iş akdi feshedilen toplam 19 akademisyenin 17’sinin vakıf üniversitelerinden olması. Vakıf üniversitelerindeki güvencesizlik göz önüne serildi. Siz de bir vakıf üniversitesinde çalışıyorsunuz, bu tabloyu nasıl yorumluyorsunuz?
Vakıf üniversitelerinde güvencesizlik meselesi yeni bir mesele değil elbette. Ama yaşanan süreç hemen daha ilk bir ay içinde 17 akademisyenin vakıf üniversitelerindeki işlerini kaybetmesi güvencesizlik sorununu, her an işini kaybetme tehdidi ile çalışan vakıf üniversitesi öğretim üyelerinin sorunlarını daha görünür kıldı.
Peki vakıf üniversitelerinde güvencesizlik deyince ne anlamalıyız?
Aslında bu akademinin tüm bileşenleri için geçerli. İdari personelden, kat personeline ve akademisyenlere kadar güvencesizlik belirli süreli iş sözlemesi ile çalıştırma yöntemi ile yaygınlaşmış durumda. Bu iş sözleşmelerinde vakıf üniversitelerinin mütevelli heyeti bir işveren olarak görülüyor. Üniversiteyi tesis eden akademik yapılar içinden değil dışından belirlenen bu yapının lehine oluşturulan sözleşmeler bunlar. Çalışanların hem özlük hem de akademik haklarını koruyan sözleşmeler değil. Belirli süreli olması demek her yıl belirli periyodlarla yenilenmesi demek. Herkes için zamanı geldiğinde sözleşmenin yenilenmemesi, işten çıkarılma tehdidi sözkonusu. Vakıf üniversitelerinde sözleşmenin yenilenme dönemlerinde sözlenşmenin yenilenmemesi için herhangi bir gerekçe çok rahatlıkla oluşturulabildiği gibi, hiç bir gerekçe olmadan da iş akdi tek taraflı feshedilebiliyor. Bir de ders saati ücreti alarak çalışan arkadaşlarımız var. Onların sözleşmesi de yok. Okan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nden ve 29 Mayıs Üniversitesi’nden bu statüde çalışan iki arkadaşımızın daha ilk iki hafta içinde ders görevlendirmeleri sona erdirildi.
Akademisyenlere yönelik saldırı akademik özgürlük tartışmasını da beraberinde getirdi ama halihazırda güvencesizliğin olduğu bir yerde akademik özgürlükten söz etmemiz mümkün mü?
Güvencesiz bir ortamda akademik özgürlük, akademik çalışma yapmak dahi pek mümkün değil. Başta işten çıkarılma tehdidi ile çevrilisin. Bağımsız olarak içerik üretilemiyor. Eleştirel düşüncenin yeniden, yeniden üretimi sekteye uğruyor. Örneğin mesai saati olgusu var. Bir akademisyen için, örneğin sabaha kadar araştırma yaptınız ama ertesi gün belli bir saatte mesai başında olmak zorundasınız türünden bir yaptırım gerçekçi olamaz. Ya da gün içinde örneğin saha çalışması yapmanız gerekiyor ama mesai zorunluluğu nedeniyle gidemiyorsunuz. Ya da kütüphane araştırması yapacaksınız ama gidemiyorsunuz.
Örneğin yine akademik liyakatte ilkeler, prensipler, aşamalar var. Misal doçentlik çalışması yapma süreci var. Doktoranızı bitirdikten sonra yardımcı doçent olarak atanıyorsunuz, idari bir kadro. Doçentlik bir sonraki akademik aşama. Ama vakıf üniversitelerinde şu gözlemlenebilir, çok fazla yardımcı doçent var, doçent, profesör daha az. Çünkü doçentliğe giden süreç sekteye uğruyor. Güvencesiz çalışma, mesai saatleri uygulaması, özlük haklarının yeterli olmaması, maddi yönün sürekliliğinin olmaması, ders yükünün çok fazla olması bu süreci sağlıklı ve ivedi olarak ilerletememenize yol açıyor. Ki bir akademisyen için ders vermek, bilginin aktarılması, faaliyetinin elbette önemli bir parçası ama araştırma kısmı yokmuş gibi davranılıyor. Akademiye/ akademisyene bu yaklaşım bir ticarethane bir şirket gibi görülmesinin sonucu.
Vakıf üniversitelerinin işten çıkarmalar konusunda bu kadar hızlı hareket etmesine, en önde gitmesine ne diyorsunuz?
Tam anlamı ile sermaye-iktidar ilişileri ile ilgili. Üniversitede öğrenciyken dillendirdiğimiz bugün de öğrenci hareketinin programı olan özerk-demokratik üniversite mücadelesinin üniversitenin sermayeden ve iktidardan bağımsızlığının ne kadar kritik olduğunu bir kez daha algılıyoruz. İktidardan bağımsız hareket edemiyor olmalarının bu tutumla doğrudan ilişksi var.
Kamu üniversitelerininin de üniversite senatoları imzalı açıklamaları oldu. Akademisyenleri suçlayan savaş dilini yeniden üreten..
Buna üniversite denemez. Vakıf üniversitelerinin sermaye iktidar bağlamında göbek bağından bahsettik. Birçok kamu üniversitesi de bu konumda. Yüksek öğretim yasasının değiştirilmesi tasarısı var biliyorsunuz bu süreçte. İktidara göbekten bağlı ve güvencesizlik koşullarının genelleştiği bir üniversite modeli yaratmak istiyorlar. Bu üniversitelerden yapılan açıklamalar ise düşünce üreten, yeni bir düşüncenin, tutumun paylaşıldığı metinler değil, bunlar iktidar söyleminin, savaş dilinin yeniden üretildiği metinler.
Eleştirel düşüncenin, bilimin tarihi var. Bilginin yığılması, papağan gibi tekrarlanması değil ki, bilimsel üretim eleştirel olmak zorunda. Aksi yöndeki tutum üniversitenin bitmesi anlamına geliyor. Barış için Akademisyenlerin çıkışı ve geri adım atmayışı bu bakımdan üniversite fikrinin, varoluş nedeninin hatırlanması ve hayata geçirilmesi talebidir aynı zamanda.
Peki Barış için Akademisyenler çalışması nasıl devam ediyor, iletişimi nasıl kuruyor?
Barış için Akademisyenler, kendi içinde bir iletişim ağına, web sitesine sahip. Hem barış mücadelesini sürdürüyor, hem de akademik özgürlükler, üniversitenin bugün yaşadığı sorunlar üzerinden sorgulanması süreci devam ediyor.
Öğrenci hareketini bir kenara koyarsak çok uzunca bir süredir üniversitelerde çok ciddi sorunlar olmasına rağmen akademisyenler cephesinden çok ciddi bir hareket olmadığını da biliyoruz. Üstelik üniversitelerin kendi arasında vakıf ya da kamu üniversiteleri gibi parçalılığını, hem de her üniversitede akademisyenlerin kendi içinde akademik hiyerarşi, statüler, performans, rekabet zorlaması, cinsiyet temelli ayrımcılık vb türlü eksenlerde parçalandığını, ayrıştığını biliyoruz. Barış için Akademisyenler heterojen bir topluluğun ortak bir tutum alışı oldu ve saldırı karşısında dayanışma öne çıktı. Bu süreç üniversite mücadelesi açısından, birbirinin sorununa bakma, sorunları görme, ortak müdahale etme gibi bir tutumu da geliştirdi mi, ya da geliştirme potansiyeli taşıyor mu?
Barış mücadelesi hakikatin yüksek sesle söylenmesi meselesiydi, ama bu adımla başlayan süreç aslında üniversitenin yapısal olarak sorgulanması sürecine de dönüştü. Üniversitenin akademik olarak, özlük hakları, yönetim baskısı ve üniversiter özgürlükler, toplumla-iktidarla-sermayeyle kurduğu ilişkiler bakımından gelişen bir sorgulama. Sadece karşı saldırının değil ona karşı mücadele ederken verili yapının verili ilişkilerin de hiyerarşi, yaş, cinsiyet, statü, güvence sorgulanması. Bu bakımdan yeni bir dinamiğin, özellikle soruları en ağır biçimde yaşayan kadınların, genç akademisyenlerin ve özellikle de taşra üniversitelerinde çalışan akademisyenlerin, vakıf üniversitelerinde güvencesiz koşullarda çalışan akademisyenlerin itki verdiği bir dinamiğin, potansiyelin oluştuğunu görüyorum. Dediğiniz gibi iktidara yönelik sorgulama, bugünün üniversitesinin yapısal sorunlarının, verili iç dinamiklerinin muhalefet biçimi de dahil sorgulanmasına dönüşmüş durumda. Ne yapmalı sorusu da soruluyor.
Son sözlerimizi ne yapmalı sorusuyla bitirelim. Gerçek anlamda bir iktidar sorgulaması, verili üniversitenin sorgulanması ve dönüşümü için nasıl bir tutum almak, nasıl bir dayanışma inşa etmek gerekiyor.
Dediğim gibi çok farklı katmanlarda sorun yaşayan ve buna karşı mücadele etmekten başka yol da görmeyen çok geniş bir kesim var. Barış için Akademisyenler sürecinde de “ben bu durumdayım görün” diyorlar. Sendikal örgütlenme de tartışılıyor. Hangi yapılar oluşturulablir ya da var olan hangi yapılar dönüştürülerek eklemlenebilir. Bu tartışılıyor.
Yine yıllardır tartıştığımız üniversite bileşenlerinin ortak mücadelesi konusu var. Bu süreçte de Eskişehir Osmangazi’de, Kocaeli’de ve İstanbul’da çeşitli vakıf üniversitelerinde öğrencilerin verdiği desteğin, gösterdikleri dayanışmanın rolü çok önemliydi. Bu süreç içinde şunu görüyorum; öğrenciler, bu süreç içinde birbirleri ile iletişim kuran akademisyenler, tüm üniversite emekçileri birlikte mücadele edilmesi gerektiğinin farkında.
Üniversite ayakta kalacaksa, bu baskı rejimi karşısında örgütlenerek, ortak mücadele ederek, mücadele ederken kendisini de dönüştürerek kalacak. Bunun tarihi bir arka planı var öğrenci hareketi tarihi var, üniversitelerde sendikal örgütlenme çabalarının bir tarihi var. Ve bugün yaşadığımız süreç herkesi olmazsa olmaz bir biçimde bu gerçeği görmeye zorluyor.
Sendika.Org