Üniversitelerimizden Tasfiyeler ve Sonuç: Geri Döneceğiz! (Suça Ortak Olmayanların Hakikati - Dosya 6)

Yazar / Referans: 
Gülcan Dereli, Yeni Yaşam Gazetesi
Tarih: 
02.09.2019

Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlali kararı ile bir kez daha gündeme gelen Barış Akademisyenleri’ne dair okurlarımız için bir yazı dizisi hazırladık. Yazı dizimizin ilk bölümünde, ne dediler de bu kadar yoğun baskıya maruz kaldılar ve yaşadıkları hukuksal süreci özetledik. Yazı dizimizin devamında ise Barış Akademisyenleri’nin kendi anlatımları, hikayeleri, kayıpları, zorlukları, dayanışmaları yer alacak. Kendi kalemleriyle hikayelerini yazacaklar. Son olarak Türkiye’nin toplumsal bilincine her alanda katkı sunan bu zihinlerin makalelerine yer veriyoruz. Uzmanlık alanları üzerinden ülkenin içinde bulunduğu durumu yorumladılar, analiz ettiler. Yani kendilerini ve ülkenin halini anlattılar.

Halk Sağlığı Uzmanı, gazetemizin de yazarı olan Barış Akademisyeni Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, Türkiye üniversitelerinde BAK’tan önce ve sonra yaşanan tasfiyeleri kaleme aldı. Aynı zamanda BAK’ın tasfiyesinin ardından akademisyenler tarafından gelişen kurumları ve kurumlarda yürütülen dayanışma ile çalışmaları yazdı.

Onur Hamzaoğlu

Türkiye üniversitelerinde tasfiyeler hemen her zaman siyasi gerekçeye dayanmıştır. Başka bir ifadeyle, siyasal tasfiyelerdir. Bu zamana değin gerçekleşen tasfiyeleri kişisel ve toplu tasfiyeler olarak iki gruba ayırmak mümkündür. Kişisel tasfiyeler, genellikle bezdirme ya da akademik ilerleyişi engelleme yoluyla gerçekleştirilmiştir. Toplu tasfiyeler ise üniversitelerin ekonomik-siyasal sisteme uyumlanmasında güncelleme yapabilmek adına, genellikle üniversiteyle ilgili kapsamlı, yeni bir mevzuat düzenlemesi yapmadan önce, sıkıyönetim ve olağanüstü hal (OHAL) uygulamaları ya da yasa ve Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) gerçekleştirilmiştir. Toplu tasfiyelerin hemen tümünde üniversitede kalanların neredeyse tamamı, uygulamaya karşı çıkmamış, hatta zaman içinde olurlar hale gelmişlerdir.

Bu siyasal tasfiyelerden bilebildiklerimiz arasında ilki Darülfunun kurma girişimi sırasında görevlendirilen Hoca Tahsin Efendi’nin, yine görevi verenler tarafından “zındık-dinsiz” suçlamasıyla, 1870’de gerçekleştirilen tasfiyesidir. Tasfiyelerin 14.’sü Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes ve Behice Boran’ın “komünist” gerekçesiyle, 15.’si ise 1954 yılında, 6435 sayılı “Vekalet Emrine Alma Yasası” ile gerçekleştirilmiştir.

Daha sonra, 27 Mayıs asker darbesinin ardından, 27 Ekim 1960 tarihinde çıkartılan, 114 sayılı, “Üniversiteler Öğretim Üyelerinden Bazılarının Vazifelerinden Affına ve Bazılarının Diğer Fakülte ve Yüksek Okullara Nakline Dair Yasa” (adlandırmadaki nezakete dikkatinizi çekmek istiyorum) ile gerçekleştirilen, “147’ler Olayı” olarak da adlandırılan toplu tasfiyedir. Bu yasanın ardından çıkartılan 115 sayılı Yasa ile üniversiteler yeniden düzenlenmiştir. Daha sonra, 1983 yılında, 1970’li yılların 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası gerekçe gösterilerek birçok kamu çalışanıyla birlikte, üniversitelerde de toplu tasfiyeler yaşandı. Bu yıllarda 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası ile YÖK kuruldu, üniversiteler yeniden düzenlendi. Sonrasında, kamuoyunda silahlı kuvvetlerdeki dinci gericilerin tasfiyesine yönelik olduğu biliniyor olsa da 28 Şubat 1997 ve devam eden yıl içinde de tasfiyeler yaşandı. Buraya kadar bahsedilen toplu tasfiyelerin genelleyebileceğimiz üçüncü ortak özelliğini, sonuçlanma biçimleri olarak ele almamız mümkün: neredeyse tümü “üniversiteye geri dönüş”le sonuçlanmıştır.

Korkudan korkmamak

Tasfiyelerin 19. ve sonuncusu, 11 Ocak 2016 tarihinde kamuoyu ile paylaşılan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı metne imza atan, 2212 akademisyene yönelik olarak gerçekleştirildi. Metinde, Cizre, Nusaybin, Silopi, Sur, Şırnak ve Yüksekova kent merkezlerinde altı aya yaklaşan başta yaşam hakkı ihlali olmak üzere, hak ihlallerinin devlet, hükümet tarafından önlenmesi talep ediliyordu. Esas olarak söz konusu talebin dayanağı, Anayasamız ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1978 yılındaki 33/73 ve 1984 yılındaki 39/41 sayılı kararları ile 10 Aralık 2010 tarihinde yayımlanan Santiago Bildirgesi’nin 5. ve 13. maddelerinde tanımlanan “doğuştan barış içinde yaşama hakkı, bu hakkın devlet tarafından sağlanması ve korunması ile devletin halkını düşman görmeme” saptamalarıydı. Metnin imzacıları yurttaşı oldukları devletten evrensel bir hakkı ve anayasal kazanımı yaşama geçirmesini talep ettiler. Bu talep de içeriği itibariyle, Türkiye üniversitelerinde akademisyenlerin dolaysız, dolayımsız, doğrudan devletten toplumla ilgili ilk toplu talebi olarak tarihteki yerini almış oldu. Akademisyen, yalnızca bilimsel bilgi üreten değil, üretmiş olduğu bilimsel bilgiyi toplumla paylaşmak sorumluluğu da olandır. O nedenledir ki toplumun büyük bölümünün içine sokulduğu korku ortamına rağmen, “korkudan korkmayarak” bu metin üretilmiş ve barış içinde yaşama hakkı, bunu sağlamak ve korumak sorumluluğunda olan muhatabından talep edilmiştir.

İmzacıların bir bölümü açıklamanın hemen sonrasında gözaltına alınmış, ev ve üniversitelerdeki odalarında aramalar yapılmış, bilgisayarlarına, telefonlarına el konulmuş, disiplin soruşturmaları açılmış, hedef gösterilmiş ve itibarsızlaştırma girişimlerine maruz bırakılmışlardı. Bununla birlikte, söz konusu uygulamalarla da yetinilmemiştir. Hükümet, 15 Temmuz 2016 tarihinde yaşanan, günümüze kadar siyasi unsurlarının hiçbirinin kamuoyuna açıklanmadığı, “asker kalkışması”nı gerekçe gösterip, OHAL ilan etti ve hemen ardından, 1 Eylül 2016 tarihli, 672 sayılı KHK ile 11 üniversiteden, 44 öğretim görevlisini kamudan çıkarttı. Eylül 2016’da başlatılan 19. toplu tasfiyede, günümüze kadar devlet üniversitelerinden 398, vakıf üniversitelerinden de 8 olmak üzere toplam 406 öğretim elemanı KHK ile kamu görevinden ihraç edildi. Bu dönemde de -Haziran 2018 itibariyle Cumhurbaşkanılığı Hükümet Sistemi’ne geçildiği için- Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile rektör atamaları başta olmak üzere, üniversitelerin ‘devlet dairesi’ne dönüştürülmesi, merkezi idarenin ve iktidarın doğrudan güdümüne alınması işlemleri gerçekleştirildi. Hukuk fakülteleri dâhil ünivesitelerden herhangi bir tepki gösterilmedi.

KHK’lere karşı dayanışma ve mücadele

Öncelikle paylaşmamız gerekir ki KHK’ler kullanılarak üniversitelerden çıkartılmak ve kamu yasaklısı, seyahat kısıtlısı olmak aklımıza gelmemişti. Büyük çoğunluğumuz, bildirimizin ardından açılan disiplin soruşturmalarının, üniversiteler içinde haksız da olsa disiplin cezaları verilerek sonuçlandırılacağını düşünüyorduk. Ancak öyle olmadı. Açıkçası, hazırlıksız yakalandık. Bununla birlikte, kimsenin beklemediği bir hızla toparlanıp karşı atağa geçilebildi. Örneğin, ilk atılanlar içinde en kalabalık grup 19 kişi ile Kocaeli Üniversitesi’nden olan bizlerdik. Olaydan yaklaşık 3-4 gün sonra Kocaeli Dayanışma Akademisi’ni-KODA’yı kurmaya, üniversitedeki odalarımızdan ayrılışı protest bir törene dönüştürmeye ve ay sonundan önce de ülke genelinden katılımı hedefleyen akademik yıl açılışı yapmaya karar verdik. Bu kararlarımızın tümünü hayata geçirebildik.

Bizden önce üniversiteden atılmamakla birlikte, açığa alınan Eskişehir’deki arkadaşlarımız da Eskişehir Okulu’nu kurmuşlardı.

Atılanların tümünün o günlerde maaşları dışında hiçbir geliri yoktu. Hem üyesi olduğumuz sendika yönetimleri ile meslek odalarından üye meslektaşlarımız hem de Kocaeli özelinde kentteki dostlarımız bu durumda inisiyatif alarak dayanışma fonu oluşturdular. Başlangıçta idare mahkemelerine dava açılması için disiplin soruşturmaları döneminde başlayan ilişkiler de baz alınarak avukat dostlarımızın organize ettiği hukuki dayanışma süreçleri de geliştirildi. Kocaeli ve Eskişehir’den sonra, zaman içinde İzmir, Antalya, Ankara, İstanbul, Mardin, Dersim, Urfa ve Mersin’de de dayanışma için farklı form ve adlarda yapılar kuruldu. Bu yapılar, hem dayanışmanın hem de bilginin toplumla doğrudan paylaşıldığı mekanlar haline getirildi. Böylece, hem barış talep ettiğimiz metindeki imzalarımıza hem de bildiğimiz işi-akademisyenliği yapmaya devam ederek kolektif olarak, geleceğimize ve kendimize sahip çıkabildiğimizi dostlarımıza gösterdik, mutlu oldular. Bizi yok etmek amacında olanlara da gösterdik, öfkelendiler. Görülen o ki öfkelerine yenildiler. Bunun sonuçlarını hiç de uzak olmayan bir vade de hep birlikte görebileceğiz.

Ne yapalım? Hukuki hazırlık ve kitlesel katılım

İmzacı öğretim elemanlarından 790’ına 2017’nin son çeyreğinden, 9 Ağustos 2019 tarihine kadar “terör örgütü propagandası yapmak” suçlaması ile ağır ceza mahkemelerinde tek tek ceza davaları açıldı. Bu davalardan 214’ü 15-36 ay arasında hapis cezalarıyla tamamlandı. Cezası kesinleşen 10 kadar öğretim elemanının Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) yaptığı itiraz başvurusu, 26 Temmuz 2019 tarihinde, AYM Genel Kurulu’nda sonuçlandı. AYM, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı metinle yapılan açıklamanın “ifade özgürlüğü kapsamında olduğuna” ve başvuruculara tazminat ödenmesine karar verdi. Eğer hukuk işlerse, açılan davaların düşmesi, kesinleşen mahkumiyet kararı olan dosyaların yeniden görüşülmesi ve henüz dava açılmamış imzacılara da dava açılmaması gerekiyor. Bununla birlikte, çok yakın tarihte AYM’nin kararına uymayı/uygulamayı reddeden yerel mahkeme örneğine de sahibiz.

Türkiye’de 31 Mart ve 23 Haziran 2019 yerel yönetim seçimleriyle birlikte, 16 yıldır devam eden iktidarın, 7 Haziran 2015’teki, sonuçları uygulanmayan genel seçimlerden sonra bir daha kaybedebileceğinin görülmesi, toplumun büyük çoğunluğunda “teslim olmayalım, mücadeleyi sürdürelim” umudunu geliştirdi, yükseltti. AYM’nin kararını da bu atmosferi arkasına alarak, öncelikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi karşısında kurumsal meşruiyetini yitirmeme (iktidarın beklentisine uygun olmayan karar vererek) girişimi olarak değerlendirmekte yarar var. Çünkü iktidarda, bizlerden aldığını geri verecek herhangi bir değişiklik henüz gerçekleşmedi. ‘Yara almış’ olmakla birlikte, aynı iktidar ve ittifak devam ediyor.

O nedenle, başta AYM kararının yerel mahkemeler tarafından uygulanmasını hayata geçirmek, ardından da pasaportlarımıza konan tedbirin kaldırılması ile başlayıp kendi üniversitelerimizde görevlerimize dönmemizi sağlayacak biçimde bu durumu yaratan KHK’lerin içeriklerinin işlevsiz hale getirilebilmesi için daha çok yolumuz var. AYM kararını, yaşamdan ve mücadeleden kopmamanın, kolektif bir mücadele sürdürmenin başlangıç kazanımı olarak değerlendirmeli, umudumuzu ve mücadele kararlılığımızı yükseltecek bir pekiştireç olarak ele almalıyız.

Adli tatilin ardından, Eylül’ün ilk haftasında başlayacak duruşmalarımıza kadar iki başlık altında hazırlık yapabilmeliyiz. Öncelikle, farklı aşamalarda olan dosyalarımızın tümünü göz önüne alarak, hukukçu-avukat arkadaşlarımızın konuyu olabildiğince bütün boyutlarıyla değerlendirmesi ve bir strateji belirlememiz gerekiyor. Belirlenen strateji doğrultusunda her bir dosya grubu için hazırlıkları olabildiğince kolektif ve zaman geçirmeden yapmalıyız. Duruşma salonlarında, mahkeme heyetleri karşısında tüm olasılıklara karşı hazırlıklı ve donanımlı olmalıyız. Bireysel tutumlar, mümkün olduğunca süreçte belirleyici olmamalı.

İkinci olarak, Eylül’ün ilk haftasında başlayacak duruşmalara katılımı, öncekilerden daha kitlesel ve muhalefetin bütün bileşenlerini içerecek ve temsiliyetlerini kamuoyunda görünür kılacak şekilde örgütlemeliyiz. Adliyeleri-Çağlayan’ı başta olmak üzere, söz alacağımız tüm kürsüleri-masaları ve yazdığımız köşelerimizi derhal beraat kararı verilmesi talebinin yanı sıra, pasaport ve işe dönüş taleplerimizi de hep birlikte ve bir arada, eş zamanlı olarak talep etmenin mekanları, alanları haline getirmeliyiz.

Tabi ki, savaşın bir halk sağlığı sorunu olduğu bilimsel bilgisine sahip olduğumuzu paylaşarak, barış talebimizin arkasında olduğumuzu ve barış gerçekleşene kadar da talebimizi ve ısrarımızı devam ettireceğimiz vurgusunu da ekleyerek…

NOT: Tasfiyelerin kronolojisi için Emre Dölen’in Üniversite Tarihi adlı eserinden yararlanılmıştır.

Yarın: Nilay Etiler, Özgür Öztürk, Adem Yeşilyurt

Kaynak: http://www.yeniyasamgazetesi1.com/universitelerimizden-tasfiyeler-ve-son...