Teoman Pamukçu'nun Beyanı

Yazar / Referans: 
Tansu Pişkin, Bianet
Tarih: 
23.09.2019

"İsimlerinin bulunduğu KHK’lar yayınladığı sırada yurtdışında olan imzacı arkadaşlarımız Türkiye’ye dönememektedirler. Bu arkadaşlarımızın başına gelenler, 21. Yüzyıl’da ülkemizde Barış talep etmenin devlet katında hala ne kadar tehlikeli, ne kadar aykırı bir eylem olarak görüldüğünü ortaya koymaktadır."

ODTÜ Bilim ve Teknoloji Politikası Çalışmaları Enstitüsü'nden Prof. Dr. Mehmet Teoman Pamukçu'nun Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 32. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.

(Teoman Pamukçu beyanını mahkemeye sunamadan 19 Eylül'de mahkeme kararıyla celse arasında beraat ettiğini öğrendi.)

Sayın Başkan, Sayın Heyet Üyeleri,

2016 yılının Ocak ayında kamuoyuyla paylaşılan ve Barış Bildirisi olarak anılan metni imzaladığım için karşınızda bulunmaktayım. Söz konusu bildiri; o dönemde ülkemizin güneydoğusunda Kürt vatandaşlarımızın yoğun olarak yaşadıkları il ve ilçelerde sivil halk arasında ölüm ve yaralanmalara yol açan silahlı çatışmaların son bulması ve 2015 yılının Haziran ayına dek yürütülen ancak aniden kesilen barış görüşmelerine geri dönülmesine yönelik hükümete yapılan bir çağrıdır.

Türkiye’de ve dünyanın dört bir yanında yaşayan Türkiyeli 2212 akademisyen tarafından imzalanmıştır. Ben de bu akademisyenlerden biriyim. İzninizle sizlere kendim hakkında bazı ek bilgiler vermek isterim.

1966 Ankara doğumluyum. İlk ve ortaokulu İstanbul’da okudum. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Genel Sekreter Yardımcısı olan babamın görevi nedeniyle ailemle birlikte Belçika’ya göç ettik.

Lise ve üniversite öğrenimimi Brüksel’de tamamlayıp, yüksek lisans ve doktora derecelerimi de orada aldım. Nisan 2006’dan bu yana Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ) Bilim ve Teknoloji Politikası Çalışmaları Enstitü ABD’de öğretim üyesiyim. Kasım 2014’den bu yana aynı ABD’nin başkanlığını yürütmekteyim.

Terörle Mücadele Kanunu’nun 7/2 maddesine dayanarak “terör örgütü propagandası yapmak” suçundan 7,5 yıla kadar hapis cezasına çarptırılmamı talep eden iddianameyi okudum. Bu iddianamenin bugüne kadar okumak zorunda kaldığım en kötü metinlerden biri olduğunu bilmenizi isterim. Bu “kötü oluş” hem şeklen hem de içerik açısından geçerlidir.

İddianamede kullanılan bazı sözcükler, sayısız anlatım hata ve bozuklukları, yazım hataları, kes-yapıştır cümleler, cümle düşüklükleri hakkımda hapis cezası talep eden bu metnin anlaşılmasını zorlaştırmakta, yer yer imkansız kılmaktadır. Beni belki de özgürlüğümden mahrum bırakacak olan bir metnin bu kadar anlaşılmaz şekilde, bu kadar özensizce, bu kadar alelacele hazırlanmasının başlı başına bir hak ihlali olduğunu düşünmekteyim ve bunu bilmenizi isterim.

Bu iddianamede yer alan ve şahsıma yöneltilen suçlamalar tamamen hayal ürünü olup hiçbir dayanağı yoktur, somut delillere değil tamamen spekülasyonlara ve vahim mantık hatalarına dayanmaktadır. Bu suçlamaları doğal olarak reddediyorum.

Barış Bildirisinin altına imza atmaktaki amacım yukarıda belirttiğim üzere o dönemde Türkiye’nin güneydoğusunda süren ve sivil halk arasında ölüm ve yaralanmalara yol açan silahlı çatışmaların ivedilikle sona ermesi ve barış görüşmelerinin yeniden tesis edilerek ülkemizde barış ortamının hakim olmasıdır.

Barış Bildirisini kimseden emir almadan, baskı altında kalmadan kendi özgür irademle imzaladım. Ocak 2016’da bu imzayı atmamda; adını ancak 11 Temmuz 2016 tarihinde ifade vermek üzere gittiğim Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde ilk kez duyduğum Bese Hozat adlı şahsın doğal olarak hiçbir etkisi olmadı, olamazdı. Zaten mevcut iddianamede de bu suçlamayı destekleyecek hiçbir maddi unsur, somut delil bulunmamaktadır.

İddia makamının bu hususta sunduğu tek argüman, söz sonusu şahsın Kasım-Aralık 2015 tarihinde aydınlara yönelik yaptığı iddia edilen bir çağrı ve bizlerin bu çağrıya uyarak Barış Bildirisini imzaladığımız şeklindeki iddiasıdır. Bu iddia Latince “Post hoc ergo propter hoc” deyiminin işaret ettiği “peşpeşe gerçekleşen iki olaydan daha önce gelen daha sonra gelenin sebebi olmak zorundadır” anlamına gelen geçersiz, yanlış bir akıl yürütmenin çok güzel bir örneğidir.

Nedensellikle korelasyonu birbirine karıştırmaktadır. Bu yaklaşıma göre mesela gezegenimizin güneş etrafındaki yıllık dolaşımını bitirmesinin ardından yeni bir yıla girmemizin sebebi, yeni yıla girmeden önce postaya verilen tebrik kartları olabilir! Bu ise ilkokula giden bir çocuğun bile kolayca farkına varacağı gülünç ancak vahim bir mantık hatasıdır.

Öte yandan bu suçlama iddianamede önemli bir yer tuttuğu halde, yukarıda adı geçen şahsın yaptığı iddia edilen çağrının metni iddianamede yer almamaktadır. Bu metnin dava dosyasına eklenmesine yönelik bugüne kadar yapılan çok sayıda talep mahkemeler tarafından ne hikmetse reddedilmiştir!

Barış akademisyeni Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Cem Özatalay söz konusu çağrının internet ortamındaki bağına erişmiş ancak erişime engelleme olduğunu görmüştür. VPN teknolojisini kullanarak erişebildiği internet sayfasından bu çağrıyı indirmiş ve İstanbul 34. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 26 Haziran 2018 tarihinde yaptığı savunmasına eklemiştir[1].

Bu çağrıda yer alan taleplerle Barış Bildirisindeki talepler birebir zıttır: Bese Hozat çağrısında şiddete başvurularak terör eylemlerinin yaygınlaşmasını salık vermekte oysa Barış Bildirisi tüm silahlı çatışmaların derhal sona ermesini ve barış sürecine geri dönülmesini hükümetten talep etmektedir. Birbirine bu derece zıt talepler içeren iki metinden hareketle nedensellikler türetmek için gerçekten de çarpık bir hayalgücüne sahip olmak gerekir…

Bu metni imzalayarak Türkiye Cumhuriyeti devletini aşağılamak, ona hakaret etmek gibi bir amacım, niyetim olmadı. Eleştiri ile hakaret/aşağılama çok farklı kavram ve eylemlerdir ve ben bir akademisyen olarak bunları ayırt etmekte zorlanmam. Ancak bu iddianameyi hazırlayanların aradaki farkın ayırdına vardıklarını sanmıyorum. Ben Barış Bildirisini hem bir vatandaş hem de bir akademisyen olarak imzaladım.

Böylece vatandaşlık görevimi, akademisyen sorumluluğumu yerine getirdiğime inanıyorum. “Neden bu çağrıyı sadece devlete yaptınız, neden diğer tarafa da yapmadınız” şeklindeki suçlamayı ise saçma ve anlamsız bulduğumu burada belirtmek isterim. Ben tabii ki vatandaşlık bağı ile bağlı olduğum, bu bağdan dolayı mesela askerliğimi yaptığım, vergilerimi ödediğim devlete bu çağrıyı yapacaktım, hiçbir muhatabım olmayan ve beni muhatap olarak almayan bir örgüte değil! Bu iddianameyi hazırlayanların söz konusu örgütte muhatapları olabilir ancak benim yoktur…

Bunun dışında İngilizce Barış Bildirisini “hatalı” şekilde Türkçeye çevirip, orijinal metinde yer almayan ifadelerin kullanılmış gibi gösterilmesi, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde yaklaşık yarım yüzyıldır konuşlandırılmış olan “uluslararası gözlemciler”in güneydoğudaki çatışma bölgelerine gelmelerini talep etmemizin neredeyse “vatana ihanet”le eşdeğer tutulması vb. diğer suçlamalar, söz konusu iddianamenin önyargıyla ve hatta iyi niyet yokluğunda hazırlandığına ilişkin göstergelerdir benim için…

Bu vesileyle bu iddianameyi hazırlayan Cumhuriyet Savcısı İsmet Bozkurt’un 17 Mart 2019 tarihinde Hakim ve Savcılar Kurulu (HSK) 2. Dairesi tarafından “FETÖ mensuplarıyla para pazarlığı” yaptığı gerekçesiyle açığa alındığını da heyetinize hatırlatmak isterim[2].

Savunmamı hazırlarken 2015-2016 yıllarında güneydoğuda Kürt vatandaşlarımızın yoğun olarak yaşadıkları yerleşim merkezlerinde cereyan eden olaylarla ilgili ulusal ve uluslararası kuruluşlar tarafından hazırlanan raporları kahrolarak okudum[3].

Onlarca sayfa not aldım. Geceleri yatağıma girdiğimde savunmamı onlarca kez kafamda yeni baştan yazdım. Ancak bir süre sonra orada yaşananların ağırlığı altında ezildiğimin farkına vardım zira bu raporlarda anlatılanlar korkunç, dehşet verici olaylardı: 16 Ağustos 2015 ile 21 Ocak 2016 tarihleri arasında güneydoğudaki yedi il ve on dokuz ilçedeki çatışmalarda 39’u çocuk, 29’u kadın, 27’si 60 yaş üstünde ve biri de ana karnında bir bebek olmak üzere toplam 198 sivil hayatını kaybetmişti[4].

Bu bölgede yaşayan insanlar insanlık tarihinin bilinen en uzun sokağa çıkma yasaklarına maruz kalmışlardır ve tüm bunlar 1,5 milyona yakın insanın hayatını etkilemiştir.

Türkiye Cumhuriyeti devleti sivillerin ölüm ve yaralanmasıyla, en temel sağlık hizmetlerine erişiminin kısıtlanmasıyla sonuçlanan bu tür olaylara engel olmalıydı, bu olayların önüne geçmek için elindeki tüm imkanları kullanmalı, seferber etmeliydi. Tarih bize İkinci Dünya Savaşı’nda bile sivillerin çarpışmalardan ciddi zarar göreceğinin anlaşıldığı bazı durumlarda, çatışmalara ara verilip siviller uzaklaştırıldıktan sonra çatışmalara devam edildiğini göstermektedir.

Bir devletin öncelikleri arasında kendi vatandaşlarının yaşam hakkını korumak kadar önemli, kutsal hiçbir şey yoktur, olmamalıdır. Beni Barış Bildirisini imzalamaya iten temel neden bu olmuştur: Çatışmaların derhal son bulması ve kesilen barış görüşmelerine geri dönülmesi talebi ve umudu…

Aradan geçen üç buçuk yıldan sonra bu konuda başarısız olduğumuzu kabul etmem gerekiyor…  

Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu’nun 26 Temmuz 2019 tarihli kararı, biz imzacılara karşı açılan davalarda mahkumiyet alan arkadaşlarımızın hak ihlaline uğradığını teslim etmiştir[5]. Yine aynı karar Barış Bildirisini imzalamamızın akademik özgürlüğün en doğal tezahürü olduğuna işaret etmektedir. Ancak Barış Bildirisini imzaladığımız için hakkımızda açılan ceza davaları, imzacıların yaşadığı hak ihlallerinin sadece bir kısmıdır, boyutudur[6].

İmzacı arkadaşlarımızın bazıları üniversite yönetimlerinden gelen baskılar sonucunda istifa etmek, bazıları emekliliğe ayrılmak zorunda kalmışlardır. Genç bir arkadaşımız yaşadıklarına dayanamayarak yaşamına son vermiştir. Barış Bildirisine imza attıkları esnada görevli oldukları üniversitelerin rektörlerinin isimlerini Yükseköğretim Kurulu’na (YÖK) bildirmeleri sonucunda KHK’lar ile kamu görevinden ihraç edilen dört yüzden fazla imzacı meslektaşımız bulunmaktadır.

İsimlerinin bulunduğu KHK’lar yayınladığı sırada yurtdışında olan imzacı arkadaşlarımız Türkiye’ye dönememektedirler. Türkiye’de kalanlar ise sivil ölüme mahkum edilmek istenmektedir. Bu arkadaşlarımızın başına gelenler, 21. Yüzyıl’da ülkemizde Barış talep etmenin devlet katında hala ne kadar tehlikeli, ne kadar aykırı bir eylem olarak görüldüğünü ortaya koymaktadır.

Ben burada bir karşılaştırma yaparak bu ihraç kararlarının ne denli keyfi, ne denli hukuk dışı olduğuna dikkat çekmek istiyorum. Ben Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ) öğretim üyesiyim, Barış Bildirisine imza attım ve çalıştığım üniversitenin rektörü ismimi YÖK’e göndermediği için ihraç edilmedim.

ODTÜ kampüsüne araba ile 15 dakika uzaklıkta olan Ankara Üniversitesi (AÜ) Cebeci kampüsünde görevli çok sayıda öğretim elemanı arkadaşlarımız da aynı metne imza attılar. AÜ rektörü onların isimlerini YÖK’e gönderdiği için – ihracın yegane sebebi budur – KHK ile ihraç edildiler. Dolayısıyla burada şu soruyu sormak isterim: Onlarla aynı metne imza attığım halde ben ihraç edilmediysem onlar neden ihraç edildiler?

Eğer onlar Barış Bildirisine imza attıkları için ihraç edildilerse ben neden ihraç edilmedim? Aynı eylemi hayata geçiren bireylere farklı cezalar verilmesinin ya da bir kısmına ceza verilip bir kısmına verilmemesinin hukuk dışı, keyfi bir uygulama olduğunu idrak etmek için hukukçu olmaya gerek olduğunu sanmıyorum.

Dört yüzden fazla imzacı arkadaşımızın KHK ile ihraç edilmesi[7] ülkemizde akademik özgürlük ortamına ciddi bir darbe vurmuş, onların ders verdikleri kürsülerde ve programlarda yerleri doldurulamamış, (tez) öğrencileri tabir caizse öksüz kalmışlardır. Bu değerli akademisyenler, pasaportlarına tahdit konulduğu için mesleklerini yurt dışında icra edememişlerdir.

Son yıllarda akademiyi olumsuz şekilde etkileyen bu ve benzeri uygulamalara başkaları da eklenmiştir: Ekim 2016’dan bu yana üniversite rektörlerinin seçimle değil de atamayla göreve gelmeleri, akademide yükselmelerde liyakatin değil yandaşlığın belirleyici hale gelmesi, akademide etik değerlerin hızla erozyona uğraması, Türkiye akademisinde intihalin ve bilimsel hiçbir özelliği olmayan dergilerde parayla yayın yapmanın neredeyse bir var olma biçimi haline gelmesi[8], her ile (en az) bir üniversite kurma hedefi (saplantısı?) sonucunda binalardan ibaret olan yükseköğretim (!) kurumlarının mantar gibi bitmesi, tek bir yabancı dili bile öğrenmekten imtina eden bir “akademisyen” popülasyonunun ortaya çıkması ve daha niceleri…

Böyle bir ortamda bazı akademisyenlerin ülkemize Barış gelmesini kendilerine dert edinmesinin yukarıda betimlediğim ortamı tasarlayan ve hazırlayanlara şaşırtıcı, ters ve korkutucu gelmesine şaşırmamak gerek…

Bu hususta son olarak şunu söylemek istiyorum. Akademik özgürlüklerin ayaklar altına alındığı bir ülkede diğer alanlardaki en temel demokratik hakların baskı altında olmasına şaşırmamak gerekir. Başka bir deyişle akademik özgürlük ile ifade ve düşünce özgürlüğü, gösteri özgürlüğü, sendikal özgürlük, basın özgürlüğü, otoriteyi eleştirme özgürlüğü arasında çok kuvvetli bir ilişki vardır. Demokratik bir düzenin dayanağını oluşturan bu özgürlüklerin zayıflamaya ve hatta yok olmaya yüz tuttuğu ülkelerde genç kuşaklar ülkelerini terk etme eğilimi gösterirler.

Evet, kendileri ve aileleri için insanca bir yaşam hedefleyen, bir takım özgürlüklerin su gibi hava gibi yaşamsal önemi olduğunun farkına varan nesiller ülkelerini terk ederler! Benzer bir eğilim bir süredir ülkemizde de yaşanmaktadır ve binlerce akademisyen, araştırmacı ve nitelikli emekçi ülkemizden kaçarcasına ayrılmaktadır[9]. Barış Bildirisine imza atan akademisyenleri hedef alan zihniyet, hayatın diğer alanlarında da benzer uygulamalarda bulunarak ülkemizin geleceğini ipotek altına almaktadır.

Tüm bunları her düşündüğümde Barış Bildirisini imzalamakla ne kadar doğru bir karar verdiğimi, ne kadar yerinde bir eylemde bulunduğumun farkına varıyorum. Ne kadar iyi etmişim de bu bildiriyi imzalamışım! Kürt vatandaşlarımızın yoğun olarak yaşadığı yerleşim merkezlerinde çatışmaların sona ermesi için yaptığımız çağrı karşılık bulmadı, barış sürecine de geri dönülmedi.

Ama belki oralardaki bir anne bizlerin onların dertlerini kendi derdimiz olarak gördüğümüzü, onlar için bir şeyler yapmaya çalıştığımızı öğrenince mutlu olmuştur, bir anlığına da olsa içi ısınmıştır. Çatışmaların yoğunluğundan dolayı cesedi günlerce sokakta kalan Taybet ananın yakınları ya da biricik kızının ölüsünü günlerce derin dondurucuda saklamak zorunda kalan anne bizim bu çağrımızda bir nebze olsun teselli bulmuştur.

Sayın Başkan, Sayın Heyet Üyeleri,

Ben Çağlayan Adliyesi'ne bugün ilk defa gelmiyorum. Buraya ilk defa 22 Nisan 2016 tarihinde Barış Bildirisine imza attıkları için tutuklanan dört imzacı arkadaşımızın ilk duruşmasına katılmak üzere geldim. Mezunu ve bir dönem çalışanı olmaktan mutluluk duyduğum Brüksel Özgür Üniversitesi’nden gelen meslektaşımla birlikte oradaki insan selini zorlukla geçip arkadaşlarımızın yargılandıkları mahkeme salonuna önüne gelmiştik.

Mahkeme salonunun kapısında 13. Ağır Ceza Mahkemesi yazıyordu. Gayrı ihtiyari bir şekilde meslektaşıma dönüp “inanılır gibi değil, Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanıyorlar” dediğimi hatırlıyorum. Bugün de burada aynı ifadeyi kullanacağım: Ülkemize Barış gelsin, sadece bizler için değil aralarında kızımın da bulunduğu nesillerin özgür, demokratik, çatışmasız bir Türkiye’de yaşamaları için Barış Bildirisine imza attım.

Ve inanılır gibi değil ama bundan dolayı bir Ağır Ceza Mahkemesinde “terör örgütü propagandası” yapmakla suçlanıyor ve 7,5 yıla kadar hapis cezasıyla yargılanıyorum! İçinde yok-suçlamaların bulunduğu bu yok-iddianameyi reddediyor, derhal beraatimi talep ediyorum. (MTP/TP)

[1] http://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/198605-cem-ozatalay-in-beyani

[2] https://m.bianet.org/bianet/siyaset/206523-istanbul-da-iki-cumhuriyet-sa...

[3] Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV)’nın raporu için bkz:  https://tihv.org.tr/16-agustos-2015-1-temmuz-2019-tarihleri-arasinda-ila.... Türkiye Cumhuriyeti’nin üyesi olduğu Birleşmiş Milletler örgütünün İnsan Hakları Yüksek Komiserinin raporu için bkz: https://www.ohchr.org/Documents/Countries/TR/OHCHR_South-East_TurkeyRepo...

[4] Bkz. yukarıda atıfta bulunulan TİHV raporu.

[5] https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2018/17635

[6] Burada vereceğim rakamların kaynağı için bkz: https://m.bianet.org/bianet/insan-haklari/204375-baris-icin-akademisyenl...

[7] Bazı üniversiteler hızlarını alamışlar ve imzacı akademisyenleri hem düzmece idari soruşturmalar sonucunda işten atmışlar, hem de daha sonra isimlerini YÖK’e göndererek KHK ile ihraç edilmelerine sebep olmuşlardır !

[8] Bu hususta şu makaleye bakılabilir: S. B. Demir, “Predatory journals: Who publishes in them and why?”, Journal of Infometrics, 12, ss. 1296-1311, 2018.

[9] Bu hususta daha fazla bilgi için Barış Akademisyeni Hacer Ansal ‘ın 9 Ocak 2019 tarihinde İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesinde yaptığı savunmaya bakılabilir: https://bianet.org/1/19/204302-hacer-ansal-in-beyani

Kaynak: http://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/213392-teoman-pamukcu-nun-beyani