Prof. H. Neşe Özgen: Dünyamız Zorunlu ve Kitlesel Göçler Çağına Girdi

Yazar / Referans: 
Deniz Zengin, Gazete Davul
Tarih: 
18.02.2021

Üniversiteler işsizlik istatistiklerini biraz daha düşük tutmak için kullanılan yedek işgücü depoları

Ulus, devlet ve sınır insanlarını konu alan Sınır Sosyolojisi ve bu literatüre içkin daha pek çok konu hakkında  bilgisine başvurulacak ender bilim insanlarımızdan ABD’de Duke Üniversitesinden Prof. H. Neşe Özgen bugünkü konuğumuz. İsmi ile müsemma Neşeli akademisyen sayın Özgen’in tüm samimiyeti röportaja yansıdı.  Boğaziçi Üniversitesinde yaşanan olaylar üzerinden öğrenci kavramını, evden uzak olunan yer olarak zihnimizde kodladığımız yabancılaşmayı ve daha bir çok konuyu keyifle, bazen hüzünle ve bazen kahkahalarla masaya yatırdık.

Hadi bakalım. Başlıyoruz. Söyleşimize buyurun;

Gazete Davul: Neşe Hanım sizi çoğumuz tanıyoruz. Fakat hızınıza yetişmek neredeyse imkânsız. Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Şimdi neler yapıyorsunuz?

ABD’de Duke Üniversitesi’nde, Kültürel Antropoloji Bölümü’nde misafir akademisyen olarak çalışıyorum ve iki dönemdir de dünyanın en prestijli ve bağımsız kurumlarından birisinde, National Humanities Center’da araştırmalarımı derleyip topluyorum. NHC, dünyanın muhtelif yerlerinden her yıl sosyal bilimler, sanat ve humanities alanlarından 45 bilim insanını davet ediyor, burs sağlıyor ve deyim yerindeyse, bizleri bir yıl boyunca bir araştırma cennetinde yaşatıyor. Bir süredir Türkiye dışında yaşayıp, çalışıyorum, bundan önce de 3 yıl kadar Selanik’te University of Macedonia’da Laboratory of Gender, Border and Culture ’da çalışmıştım. Sanırım en sevdiğim çalışma yerlerimden birisi oldu, Yunanca öğrenmenin heyecanı, zevki bir yana, akademi ve siyasetin çok farklı içiçelikleriyle ve kent siyasetinden tutun sağlık alanına kadar pek çok alternatif demokratik örgütlenme biçimleriyle tanıştım ve beraber çalıştım. Müthiş bir deneyimdi.

Bir de artık şu son 20 yılın etnografik, sosyolojik saha arşivini dijitalize edip, bir üniversitenin arşivine teslim edebilirsem, değmeyin keyfime.

Gazete Davul: Kavramları netleştirmek gerekiyor. Beyin göçü akademik mücadelenin neresinde? 30 yılınızı Türkiye’nin ve dünyanın muhtelif yerlerinde geçirmiş biri olarak gelinen noktayı değerlendirir misiniz?

Dünyamız zorunlu ve kitlesel göçler çağına girdi: Bu yeni göç dalgası geçmiş 20.yy.dan taşıdığımız pek çok nitelemenin, adlandırmanın da değişmesini gerektiriyor. Eleştirel sosyal bilimciler eski göç, mülteci, sürgün vb. kavramların, sağ politikalarda ısrar eden devletlerin elinde ayrımcılığı normalleştirmek için birer silah haline geldiğini özellikle vurguluyorlar. Keza yeni göçlerin geliş, kalış vb. dinamiklerinin de 20 yy. dinamiklerinden farklı olduğunu söyleyebiliriz. Gerek iklim değişiklikleri gerek savaş ve yoksulluk şiddetinin katlanarak arttığı ülkelerden daha varlıklı ülkelere doğru müthiş bir göç akışı var. Milyonlar yer değiştiriyor. Bu yeni göçlerdeki temel ayırıcı unsur, gidilen ülkenin çekim gücünden ziyade çıkılmak zorunda kalınan ülkenin itici faktörlerinin, insanları kendi ülkelerinden savurma şiddetinin çok yüksek olması. Diğer bir deyişle 21.yy.da insanları çağıran da, ağırlayan da yok ama geride bırakılan ülkelerde artık nefes alınamıyor.

Bu durumda, eski göçmen tanımlamaları elbette yetersiz: Örneğin, ülkesinde yıllardır çalışma olanağı olmayan Afrikalı, Afgan ya da Kuzey Kafkaslı bir göçmene kolaylıkla ‘’ekonomik arayışlı’’ damgası vurulurken, göçün nedeni olan süreklileştirilmiş yoksulluğun bir insan hakkı ihlali olduğu asla konuşulmuyor. Keza savaştan kaçarak en yakın ülkeye sığınan ve burada ailesini toparlayarak birkaç ay sonra asıl hedef ülkeye yönelenler, ‘’Güvenli 3. Ülke’’ kategorisinde bir ülkede bir süre kaldıkları için artık savaş mağduru sayılmıyor ve geri dönmeye zorlanıyorlar. Devletler eski kavramların, hukukun işlerine gelen kısmını kullanıyor ama gelmeyenler için hiçbir ilerletici düzenlemeye izin vermiyorlar.

Öte yandan yüksek nitelikli işgücü, 20.yy.dan daha yüksek bir hareketliliğe girdi. Kaldı ki bu nitelikli işgücünü çekebilmek için çeşitli kolaylıklar da sağlanıyor: Mekanik, teknik elemanların ülkeleri dışında çalışma koşulları her zaman kolaylaştırılır. 2. kategori işgücü ve ara elemanlar, uzmanlardan daha kolay ve hızlı ülke değiştirebilirler. Son Pandemi döneminde de örneğin, Dünya’nın çeşitli yerlerinden sağlıkçılar istihdama çağrıldılar. Buradaki anahtar durum bu göçmen işgücünün sosyal haklar kısmında yerliye eşit olsa da, daha düşük ücretle daha ucuza çalıştırılmasıdır.

Akademik beyin göçüne gelince, elbette biliyorsunuz bazı alanlar mutlaka TR dışında çalışılmak zorunda: Örneğin ileri sağlık araştırmaları, temel sağlık laboratuvarı çalışmaları, her işkolundaki Ar-GE işleri, temel bilimlerdeki pek çok çalışmalar Türkiye’de yapılamaz. Zira buna bütçe ve toplumsal yatırım yapılmıyor. Akademik beyin göçü bu dalgalanmalarla biçimleniyor. Eğer gen araştırmaları alanında çalışan bir genç araştırmacıysanız, Türkiye’de istediğiniz doktorayı yapmanız, kendi networkünüzü kurmanız ve çalışmalar için bağımsız destek bütçeler bulmanız mümkün değil. Bir kısır döngü bu.

Ancak pek çok ülkede devam eden devlet şiddeti bu akademik göç dalgasının profilini de değiştirdi. Her yaştan ve statüden on binlerce bilim insanı ve araştırmacı, kendi ülkesindeki bilim, akademi ve eleştirel akla yönelik ağır düşmanlıktan kaçınmak, hayatını devam ettirmek ve çalışmalarını bağımsız akademide sürdürmek için göç etmek zorunda kaldı.

Garip bir haldeyiz: Devletler hem insanların yerleşik olmasını istiyor, binbir formaliteyle bizleri vatandaşlık, ikametgah vb. kağıtlarıyla dokümente ediyor ama bir yandan da eviniz sırtınızda bir kaplumbağa muamelesi de yapıyor. Bu söylediğim sadece göçmenler için değil aksine yerleşikler için de geçerli: Hem 100 yıl o işte, o evde kalacak gibi sonsuz sadakat göstermeniz hem de ‘’git’’ dendiğinde yıllarca gelirsiz yaşayacak kadar kıvrak olmamız umuluyor. Precarite statüsü sadece kırdaki mevsimlik işçiliği, kentte mavi yakalıyı değil kentli ve beyaz yakalı profesyoneli de kıskıvrak kelepçeliyor. Akademide iş pazarı bunların en acımasızlarından: Genç, networkü zayıf ve orta-alt sınıftan bir akademisyenin önündeki uzun yıllar, sefalet yıllarıdır. Korkutucudur.

Buna bir de ‘’göçmen akademisyen’’ olmayı ekleyin.

Nazilerden kaçan bilim insanları için 2. Dünya Savaşı’nda kurulmuş olan Academics in Exile, destekleyici kurumların en eskilerinden. Daha sonra 90larda üniversitelerin ticarileşmesi ve istihdam odaklılık konusundaki ticari baskıya yönelik Kuzey Avrupa merkezli bir dizi akademik örgütlenme de başladı. Bütün bu örgütlenme deneyimleri son 25 yılda ‘’Risk altındaki araştırmacı ve akademisyenleri’’ destekleyen çeşitli kurumları da bağrından yarattı. Scholars at Risk, Scholar Rescue Foundation, Pause, Philip Schwartz Foundation, Humboldt Foundation vb. kurumlar ülkelerini eleştirel akla yönelik baskılar nedeniyle terk etmek zorunda kalan araştırmacı ve bilim insanlarına destek veriyorlar. Çok olumlu etik tartışmalar, hak ihlali tartışmaları, akademi tartışmaları da gelişti bu son dönemde: Kurumlar etik, akademik ve araştırmacı sorumluluğu, üniversitenin yeni yapılanması üzerine tartışıyor ve bunu da en geniş paydaş gruplarını özne kılarak yapıyorlar. Çok kıymetli buluyorum ben.

Ben de 20 yıldır, dünyanın çeşitli yerlerinden Rusya, Kore, İran, Sudan vb. çeşitli meslektaşlarımın yeni hayatlarına ulaşması için önceleri raporlar yazdım, onların risklerini gidermeye yardımcı oldum. Sonraları, Türk devletinin akademi ve bilim üzerine en şiddetli saldırısı olan ve kamuda #BarışAkademisyenleri olarak adlandırılan gruptan arkadaşlarımız için de raporlar, referanslar yazdım, yeni bir akademik hayata dair arayışlarında yanlarında oldum. Sonra da sıra bana geldi. Bu kez meslektaşlarım benim için referans oldu ve raporlar yazmaya başladılar.

Gazete Davul: ‘Memleketim adına üzülüyorum’ diyen gençlerin bu çok içten kopuş sözünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Boğaziçi Üniversiteli gençlerin, öğrencilerin yaydığı bu videoya biliyorsunuz, tepkiler de geldi: Boğaziçi’nin ve kendilerinin elit/ üstün olduklarını vurguladıkları, kibirli oldukları, demokrasi ve özgürlük isteme meşruluğunu üniversite puanının sağlamadığı, onlar kadar ‘’başarılı’’ olmayanların da demokrasiye hakları olduğu…vb.

Ben eğitimdeki eşitsizlikleri, zaten artık parasız eğitim diye bir gerçeğin Türkiye’de hiç olmadığını vb. tartışmayacağım burada. Evet, bırakın üniversiteyi eğitimin başlangıcından itibaren ailenin sırtına yüklenmiş olan yükle birkaç çocuğu eğitimde yukarı çıkartmak artık neredeyse hayal. Süslü magazin medyası bu eşitsizliği ‘’Çobanlıkla kolej kazanan’’, işçilikle üniversite okuyan gençler haberleriyle romantize ederek kapatmaya uğraşsa da kamusal bütçe desteği artık değil eğitimin sürmesinde, eğitime hazırlanmakta dahi 0 sıfır katkılıdır. Hatta, destek bir yana ailenin üzerine iyice biner.

Ben bu tepkilerin diğer yüzünü anlamakla ilgileneceğim: Neden, neden birden dört bir yandan gençler bu videoya ‘’demokrasi bizim de hakkımız’’ diye tepki gösterdiler, neden bu haklı isteğin yanında birlikte durmak yerine tepkilerini videoya kızgınlıkla gösterdiler. Ne oldu? Ne istediler?

Çukurova Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Adnan Gümüş’ün çok kıymetli bir uzun-erimli eğitim analizi vardır. Şunu gösteriyor Prof. Gümüş: 25 yıl öncesine kadar üniversite eğitimi alt sınıflar için bir sınıf atlama yoluydu ve bu yüzden her eğitimin bir yükseği mutlaka aileler tarafından destekleniyordu. Hatta orta-alt, alt sınıflara baktığımızda aileden bir çocuğun diğerlerinin aleyhine seçilip ona eğitim yatırımı yapıldığını ve bu çocuğun da daha iyi eğitimle daha üst işlere eriştiğinde tüm ailenin statüsünü yukarıya taşıdığını görürüz. Dolayısıyla, yüksek eğitim ve profesyonel meslek toplum için saygın ve destek gören bir mevkideydi. Eğitim, bir sınıf atlama aracıydı.

Gümüş’ün araştırmalarından çıkan ikinci sonuç, 25 yıl öncesine kadar daha üst eğitime erişmenin daha zor, ancak eriştikten sonra statü olanaklarının daha cömert olduğunu gösteriyor. Oysa özellikle on 20 yıldır alt eğitim gruplarına daha yaygın ve kolay erişildiğini ancak eğitimden beklenen statü yükselmesinin çok az olduğunu da belirtiyor.

Türkiye’de olan budur: Sadece neo-liberal saldırının eğitimin değerinde kayıpları ve mesleğin itibarsızlaştırılmasından da bahsetmiyorum: İliklere kadar pervasız bir nepotizm ve bunun normalleştirilmesi de eğitimin iş/meslekle bağını koparmasıyla sonuçlandı. Hatta artık üniversite mezunu olmak, MA gibi üst eğitimlerin iş ve meslekle bağları iyice koptu diyebiliriz.

Keza, bu süreçte İslamcı faşizmin bilim eğitimini ve uzmanlık alanlarını aşağılayan elitizm retoriği de baskın oldu. Sonuç, tüm eğitim sistemi etnik, cinsiyet, din, mezhep, gelir, bölge vs. aklınıza gelebilecek her türden eşitsizliğin en açık yaşandığı ve tekrar üretildiği yerdir artık. Üniversiteler de işsizlik istatistiklerini biraz daha düşük tutmak için kullanılan yedek işgücü depoları. Gerçek akademik geleneği kör topal yürütmeye çalışan bir avuç üniversite dışında. Bu gruplardan mezunların da yurtdışı kabulleri daha çabuk oluyor, zira zaten evrensel bilime de eklenebilmiş üniversiteler bunlar.

Şimdi, durup düşünelim: Tüm gençler, Boğaziçili öğrenciler dahil, bu eşitsizliği iliklerine kadar yaşamış ve bilinçle bilen gençler. Ülkelerinin artık çalışmayı, özeni, nezaketi, niteliği hiç umursamadığını hatta elitizmle suçlanarak devre dışı bırakılacaklarını bal gibi de biliyorlar. Boğaziçili gençlerin çığlığı özgür ve eşit bir dünya arzusudur, benimsenmek ve kabul edilmek arzusudur. Çok içten bir kopuşun acılı sitemi, ulusa kederli bir sesleniştir. Sitemlerinin yöneldiği hedef farklı da olsa 7den 70e gençlerin tamamının ortak çığlığı bu.

Gazete Davul: Nereyi evimiz kılarız?

Ben bir zamanlar ‘’Bavulumda götürdüklerim’’ diye bir yazı yazmıştım: Neler gidiyor? Zira zorunlu ya da gönüllü (bu da ne demekse!) göçe kalktığınızda bavulunuz eviniz olur. Hatta zaman gelir sadece bir telefona indirgenmeye de razı olursunuz. Eskilerin birbiriyle çelişen iki sözü var:

‘’İki göç bir yangındır’’ derler.

Bir de ‘’Göç temizliği’’nden ferahlatıcı bir şekilde bahsederler.

Aslında her ikisi de oluyor. Gerçekten zorunlu-gönüllü göç kendi geçmişini kaybetmekle eşdeğerdir. Bazen filmlerde kendimi büyük bir kıskançlıkla odalar boyu kitaplıkları seyrederken yakalıyorum: ‘’Bu mirası korumak için kimleri ve hayatlarının hangi kıymetli değerlerini feda ettiler acaba!’’ diye düşünürken. Zira her birikim aslında başkalarından el konan emekle mümkündür. Bunu teorik olarak bilip, söyleyebilirsiniz ama, göçe girmeden gerçekliğinin jilet gibi kestiğini anlayamazsınız. Önce fazlalık ev eşyaları, sonra hepsi, sonra fazlalık giyim eşyaları, sonra giysilerin tümü, sonra sağdan soldan toplanmış incik, boncuk, biblo, daha az hatırası olandan daha çok hatırası olana, sonra hepsi, sonra vazgeçilmez değerli olanlar: fotoğraflar, büyüklerden kalma anılar, sonra bazılarını emanet bırakmak istiyorsunuz, hediye etmek, yaşayacaklarını bilmek, dönüp gelebilmek umudunu taşımak istiyorsunuz, sonra o da olmayabiliyor, sonra hepsi gidiyor, hepsi. Yıllarca beraber yaşadığınız ev hayvanı dostunuz, sokaklar, aşklar, kokular, tatlar, renkler, dakikalar…

Bir bavul kadar bir hayat. En son kitaplarımdan vazgeçebildim. Korkunç bir gönül yorgunluğu. Neyse ki tüm bunları bırakacağım çok kıymetli yoldaşlarım var.

Sonra o bavulun da bir sonu geliyor: Bavul da gidiyor. Yunanistan’da bir gece büyükçe bir depremde sadece telefonu alıp çıkınca daha iyice anladım bunu: Telefon kadar hayatın işte.

O zaman bana bir ferahlık geldi: Göç temizliğini başarmışım. Hiçbir şey olmaya indirgendiğinizde yapabileceğiniz tek şey buna şükretmektir. Büyük bir yalınlık. Tıpkı hani itibarınızı kaybetmekten korkarsınız da kaybedersiniz, suçlanmaktan korkar sonra suçlaştırılırsınız; sonra gözaltında olmaktan, sonra hapsedilmekten sonra işkenceden korkarsınız. Ve bunların hepsi olur ya. İşte orada ağrılı ve yalnız gözlerinizi açtığınızda, bir ferahlık gelir: ‘’Hepsi oldu. Korktuklarımın hepsi oldu ve ben baş ediyorum işte. Bundan sonrası artık vız gelir!’’ dediğiniz nokta.

Sonsuz özgürleşme anı. Eviniz bedeninizdir artık. Eviniz sevdikleriniz ve gönül gücünüzdür. Yoldaşlarınızdır.

Göç bir yandan ağırlıkları da fırlatıp atabilmek anıdır. Yalınlık ve yeniden başlangıçlar.

Gazete Davul: Aynaya baktığınızda ne görüyorsunuz? 

Ülkemiz kalbimize ağırlık veriyor.

Geçirdiğimiz zamana bakın: Sadece son bir yıla bakın hatta. Corona virüsünün pençesinde salgını pandemikleştirmekten hiç utanmayan, toplumun en kırılgan gruplarını kirli para, koltuk, iktidar, benlik tatmini için kolayca feda edivermiş bir çıkar grubu, kriminal bir parti siyaseti tarafından yönetiliyoruz. Çok geçmişe de değil çok kısa zaman öncesine bakın: 7 Haziran seçimlerinde kendi koltuğunun sallanma ihtimalini fark eden bu çıkar grubu aylarca parçalanan, havaya uçurulan, sürüklenen insan bedenlerini hem de düşmanlaştırarak canlı yayında seyrettirdi bize. Kürtler vardır demek, LGBTQ+, mezhep, göçmen, azınlık, yoksul, çocuk, kadın, hayvan, ağaç haklarını dile getirmek hatta Mana Carta’nın ilkelerini savunmak dahi iktidar bekaası için tehdit olarak algılanıyor. Boşuna sarılmadı #Gezi ağaçlara: Zulme karşı olmak ağaçlara sarılmak olur o zaman. Zulüm 140 yıllık üniversiteye intihali gözünün içine sokarak yapmış bir siyaset tüccarının kayyumluğunda da sembolleşir, evet ona karşı çıkmak da sembol haline gelir.

Son 30 yıla bakın: bilimsel akla düşmanlıkla ortalama kör topal bir modern eğitimi nasıl bilinçle yok ederek robotlaşmış, çaresiz, aklının ve iradesinin referanslarını değil ezberletilmiş intikam çığlıklarının öğretildiği eğitim sistemini nasıl iktidar kıldıklarına bakın. Bunlara dair en ufak bir itirazı olanın giderek daha şiddetle nasıl bastırıldığına bakın.

Türkiye kadına, çocuklara ve insan kategorisi dışında tutulmuş tüm kategorilere hayvanlara, çocuklara, yoksullara, göçmenlere, işsizlere, etnik-dini-mezhepsel azınlıklara vb. korkunç ve sistematik bir brutalizmle, gaddarlıkla günlük hayatını normalleştiriyor. Cinayetler giderek daha vahşetle, şiddetle adeta IŞİD teknikleriyle işleniyor.

Devlet, şiddet tekelini kaybetti. Yapabildiği tek şey körüklediği bu şiddet dalgasının sırtına binip bir süre daha kendisini taşıtmayı başarmak ve o arada karaya çıkabilmiş bir iktidar grubunun çıkarlarını bir süre daha tutabilmek. AKP’nin önümüzdeki beş gün için dahi bir öngörüsü, sözü, projesi bırakın toplum, millet, vatan yararına olmayı kendi bekası ve parası için dahi ürettiği bir planı yoktur. Tek medeti şiddet ve bunun sürmesi.

Toplumun farklı kesimlerinden doğal önderler baskı ve hapisle cezalandırılıyor. Yasal partiler çoktan sivil örgütlenme biçimlerinden vazgeçti ya da bağlarını kopardı, kendi çekirdek ideolojilerini sürdüren muhafazakâr bir muhalefet yapısıyla idare ediyorlar. Siyaseti, inip çıkan renkli çubuk grafiklerin lafazan yorumlarına hapsedip, Meclis’i soru önergesi verilen veya afilli nutuklar çekilen bir çatı kuruma döndürdüler.

Çok iyi biliyoruz ki, bir karşıt paradigma, bir ülkü, bir gelecek sözleşmesi, bir kadın adaleti, yeni bir dil yaratmadan, örgütlemeden bu aşamayı geçemeyiz. Durum daha kötüleşir. Her paradigma zira, karşıt paradigma örgütlenmedikçe kendi hükmünü sürdürecektir.

Bunu hak etmedik. Bunun insanların, iyi-kötü -tembel-yavaş-akılsız-cahil vb. olmasıyla bir ilgisi de yok. Hayır, hiç kimse bunu hak etmez!

Galiba bunca yıldır bu yaşamın bana sabitlediği en temel durum suçluluk duygusu. Evet, suçluluk duygusunu hep taşıdım, artarak taşıyorum: Daha çok gayret etmeliydim, daha çalışkan olmalı, daha yüksek sesle konuşmalı, daha nazik, daha kurucu olmalıydım. Sevdiklerimi böyle bir girdaba kaptırmamalıydım. Sevdiklerimle ve sevmediklerimle de daha çok zaman geçirmeliydim. Bu kadar korkak olmamalıydım.

Bundan sonra daha yalın daha korkusuz yaşayacağım demek ki.

Kaynak: https://gazetedavul.com/roportajlar/prof-h-nese-ozgen-dunyamiz-zorunlu-v...