Barış için Akademisyenler’den Nur Betül Çelik: Hayatımda ilk kez bu kadar güçlü hissettim

Yazar / Referans: 
sendika.org
Tarih: 
27.04.2016

“Bu suça ortak olmayacağız” bildirisi imzacılarından Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Nur Betül Çelik ile barış bildirisinin etkileri, iktidarın saldırıları, Ankara Üniversitesi’nde uzun süredir yaşanan baskı ortamı, soruşturmalara üzerine konuştuk

Nur Betül Çelik, “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisinin deklare edilmesinin ardından iktidar tarafından başlayan ve tutuklamalara varan baskı sürecini beklemediğini söylerken bu saldırıları aslında barış taleplerinin ne kadar güçlü olduğunun bir göstergesi olarak değerlendiriyor: Bu sertlik üzerinden bakıldığında güçlü bir barış talebi olması anlamına geldi. Bu tabi çok sevindiriciydi. Belki de bu tepki yüzünden hayatımda ilk kez bu kadar güçlü hissettim, en azından kısa bir süre. En azından bir yerleri harekete geçirdiğinizi düşünüyorsunuz. Rahatsızlık verse bile barış adına bir ses veriyorsunuz. Buna silsile olarak başka sivil toplum kuruluşları, meslek örgütleri, toplumun çeşitli kesimleri destek oluyor. Bu gerçekten çok önemliydi. Bir rüzgar gibiydi o anlamda ve güçlü hissettirdi her tür baskıya rağmen.”

İmza metni ile başlayan sürecin toplam olarak üniversitenin sorgulanması ve akademisyenlerin bir araya gelme zemini oluşturma durumunu ise şöyle değerlendiriyor:

“Akademisyenler genellikle kendilerini bir mücadelenin aktörü olarak görmezler. Yani biz biraz sinik bir topluluğuz doğrusunu isterseniz. İşimiz kadar var oluyoruz. Siyasetin odağında olmak, bu kadar çok söz edilmek alışkın olmadığımız bir durum. Bu kadar yoğun bir baskı hissetmek. Bütün bunlar akademi için biraz sarsıcıydı tabi.”

Ankara Üniversitesi’nde son dönemde yaşanan polis, faşist saldırılarla ilgili ise artık akademisyenlerin bile araya girme olanağının kalmadığı bir ortamın oluştuğunu dile getiriyor Çelik: “Daha önce de biz polisle karşı karşıya geldik, özellikle yönetimlerin polis şefleriyle, emniyet görevlileriyle müzakere edebilme şansları vardı, dekan, dekan yardımcısı, kampüsten sorumlu olduklarını söyledikleri zaman, mutlaka belli bir saygı çerçevesinde dinleniyorlardı. Fakat şimdi hocalara, ‘Burası kamuya ait bir alan, hocaysanız hocalığınızı bilin, gidin dersinizi yapın, ne işiniz var burada’ deniyor. Öğrencilere müdahale ederlerken araya girmeye, müzakere etmeye çalışıyoruz ve sonuçta aldığımız cevap bu oluyor.”

Sendika.Org’un soruları ve Prof. Dr. Nur Betül Çelik’in cevapları

Sendika.org: Merhaba, öncelikle kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

Nur Betül Çelik: Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü Öğretim üyesiyim. Gazetecilik bölümündeyim ama ben siyasal düşünce alanında uzmanlaştım. Dolayısıyla okulda daha çok siyaset bilimi, siyasal düşünceler ve rejimler gibi dersleri okutuyorum. Yani iletişim alanına biraz dışardan bakıyorum diyelim, öyle bir yerim var.

“Bu suça ortak olmayacağız” bildirisi imzacılarındansınız İmza kampanyası iktidarın savaş politikalarına karşı toplumda biriken hoşnutsuzluğun dışavurumunu yansıttı aslında. İktidar tarafından da tutuklamalara varan bir saldırı silsilesi geldi. Bu imza kampanyasının böyle bir etki yaratacağını bekliyor muydunuz?

Doğrusunu isterseniz, hayır. Şundan dolayı; bu sanıyorum imzacısı olduğumuz benzeri pek çok bildiriden yalnızca biriydi. Bu bağlamda kaç bildiri imzaladığımı doğrusu hatırlamıyorum bile. Hatta bu bildiri bir şekilde mailime düştüğünde tereddüt ettim. Sonuçta imza ile nereye varıyoruz, bir tek imza. Barış için çok daha aktif rol oynamamız gerekir diye düşünüyordum. Dolayısıyla da içeriği anlamında değil ama bir sonuç vermeyeceğini düşünerek tereddütle imzaladım. İktidarın bu kadar sert bir biçimde tepki göstereceğini hiç düşünmemiştim. Aklıma bile gelmedi. Elbette böyle şeylere imza attığımızda bu kadar otoriter bir yönetim var olduğu zaman herhangi bir imza, herhangi bir başka eylem bu şekilde sonuçlanabilir. Bunu bir şekilde yine de aklınızın gerisinde tutuyorsunuz. Ama ben yine de en tepeden itibaren bu kadar yoğun, bu kadar bitmeyen, nerdeyse her gün her konuşmasında Cumhurbaşkanı’nın tekrar ve tekrar gündeme gelen bir biçimde, bu imzanın iktidarın odağında olacağını düşünmemiştim.

Bu sertlik üzerinden bakıldığında güçlü bir barış talebi olması anlamına geldi. Bu tabi çok sevindiriciydi. Belki de bu tepki yüzünden hayatımda ilk kez bu kadar güçlü hissettim, en azından kısa bir süre. En azından bir yerleri harekete geçirdiğinizi düşünüyorsunuz. Rahatsızlık verse bile barış adına bir ses veriyorsunuz. Buna silsile olarak başka sivil toplum kuruluşları, meslek örgütleri, toplumun çeşitli kesimleri destek oluyor. Bu gerçekten çok önemliydi. Bir rüzgar gibiydi o anlamda ve güçlü hissettirdi her tür baskıya rağmen. Ama şu an gerçekten baskının yoğunluğu nedeniyle nasıl hissedeceğimi bilemiyorum. Çünkü herhalde getirdiği barış adına o sırada yarattığı umudu devam ettirme kapasitesini de bu yoğun baskı sanıyorum biraz azalttı. Buradan da olumsuz bir şey oluştu tabi, her ne kadar imzamızın arkasında duruyoruz desek de. Çok az imzacı da imzasını çekti. Sayı olarak bilmiyorum ama çok büyük bir rakam değil. Çeşitli gerekçelerle, bulundukları yerlerde yoğun tepkiler, linçe varan dışlamalarla karşılaşınca, imzayı çekmenin son çare olduğunu düşünen arkadaşlarımız oldu. Ama onlar yine de bizim yanımızda durmaya devam ettiler tabi. İmzalarını çekmeleri, biraz da kendi güvenliklerini sağlamak gerekçesiyle oldu. Arkasında duruyoruz ama bunun ne kadar beklendiği gibi bir etki yaratacağını da şimdiden kestirmek çok zor.

Aslında bu süreçle birlikte sadece “savaş suçlarına ortak olmayacağız”ın ötesinde bir şey çıktı. Akademi sarsıldı ve toplumu da sarstı. Bildiriyle birlikte akademinin verili hali de yeniden tartışılır hale geldi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

En ilginç yanı bu oldu bence. Çünkü akademisyenler genellikle kendilerini bir mücadelenin aktörü olarak görmezler. Yani biz biraz sinik bir topluluğuz doğrusunu isterseniz. İşimiz kadar var oluyoruz. Siyasetin odağında olmak, bu kadar çok söz edilmek alışkın olmadığımız bir durum. Bu kadar yoğun bir baskı hissetmek. Bütün bunlar akademi için biraz sarsıcıydı tabi. Ama bu kadar uzun bir süre politik aktör olmaya çalışmak da akademisyenler için çok yeni bir şey. Birlikte kalmak ve birlikte verilen bir söz var, o sözün arkasında durmaya devam etmek… Bu, akademinin yapısı nedeniyle kolay bir şey değil.

Biz genellikle bu kadar yoğun bir etkileşim içinde olmuyoruz işimizi yaparken. Araştırmamız bizi çoğunlukla yanıltıyor. Elbette bu toplumdan yalıtılmak anlamına gelmesin. Öyle bir şey söylemek istemiyorum. Toplumsal duyarlılıklarımız her zaman yüksektir. Özellikle belli bir grubun. Akademi içinde duyarlılığı yüksek kesimler her zaman vardır. Ama akademinin kendini böyle sürekli merkezde, sürekli kendisinden bir şey beklenen, bir sonraki adımı merak edilen bir politik aktöre dönüşmesi çok yeni bir şeydi ve akademiyi sarstı, dağıttı aslında. Bunun arkasında nasıl duracağımızı hala bilemiyoruz. Sözümüzün arkasında durmaya devam ediyoruz, imzamızı çekmiyoruz ama bu süreç sonunda nereye varacak ve biz ne yapmalıyız, bu konuda çok net bir fikrimiz olduğunu düşünmüyoruz.

Bu, işin bir yanı. Başka bir yanı da özellikle akademiyle ilgili olarak, akademi içindeki sefalet açığa çıkmış oldu bir anlamda. İmzacı sayısı az değil ama yine de çok küçük bir grup olduğumuzu, Türkiye’deki akademisyen sayısı içinde bu çok küçük bir rakam, tam tersi düşünen, iktidarın yanında yer alan ve kendisine akademisyen diyen çok sayıda insan var. Bu kişilerin ilk zamanlarda verdiği tepkiler benim için çok şaşırtıcıydı. Mesela şöyle şeyler söylediler: “Biz akademisyenleri biliriz, akademisyenler bu bildiriyi kesinlikle okumadan imzalamışlardır.” Bir akademisyenin bir başka akademisyen için herhangi bir metni okumadan imzalayabileceğini söylemesi bana çok şaşırtıcı ve tuhaf geldi açıkçası. Başbakan da bir akademisyen ve o da benzeri bir açıklama yapmıştı. Böyle bir şey olamaz. Öyle olsaydı, hakikaten imzasını çeken çok sayıda insan olurdu. Şimdi az sayıda akademisyenin farklı gerekçelerle imzasını çekmiş olması bile, insanların bunu okuduklarını ve iyi anladıklarını gösteriyor. Zaten ilk dalgadan sonra imzalar artmıştı. Orada ifade özgürlüğüne bir saldırı hissedildi. Bu çerçevede ilk imzacı sayısı kadar bir imzacı da ikinci bir dalga olarak metni imzaladı. İktidar için asıl azılı suçlu olanlar ilk imzacılar. Onları, ilk elden adli soruşturma kapsamı içinde tutuyorlar. Bunların dışında kalanları da idari soruşturmalar kapsadı. İdari soruşturmalarda ikinci imzacıların da soruşturmaya konu edildiklerini biliyoruz.

Bütün imzacı akademisyenlere idari soruşturma açıldı mı?

Hayır. Bazı üniversiteler açmadılar. İlginç bir durum. Örneğin Gazi Üniversitesi, kendisinden hiç beklenmeyecek bir biçimde soruşturma açmadı. Ama içeride akademisyenlere öğrencilerden özellikle de ülkücü kökenli öğrencilerden yoğun bir baskı oluştu. Hatta ciddi hayati tehlike nedeniyle okula gidemeyen arkadaşlarımız var. Odalarının kapılarına çarpı işaretleri konuldu, odaları yakılmaya çalışıldı, kapılar kırılıp odaya girilmek istendi. Bütün bunlar herkesin gözü önünde yapılan ve cezalandırılmayan eylemler. Ama hocalar işlerine gidemiyorlar, derslerini veremiyorlar. Şu anda özellikle iki arkadaşımız bu nedenle okula hiç gitmiyor. Çok ciddi bir baskı yaşadılar.

Savcılık soruşturmaları da devam ediyor bir yandan. Bütün dosyalar İstanbul’da birleşti. Her savcılık, yerel savcılar yetkisizlik kararı verdiler ve dosyayı İstanbul’a gönderdiler. Çünkü ilk soruşturmayı İstanbul açmıştı. Dolayısıyla şu an dosyaların hepsi Terörle Mücadele Kanunu 7. madde kapsamında İstanbul’da görülecek. Şu an büyük gruplar halinde ifadeye çağırılıyor herkes. Henüz İstanbul tamamlanmadı ama yakında bitmiş olur. İstanbul’da imzacı sayısı 700’ün üzerinde, onun dışında kalan sayı daha çok bölgeye dağılıyor. Ankara Üniversitesi’nde 121 imzacı var, bildiğim kadarıyla bunun 17’si doktora öğrencisi. Onun dışında kalan asistanlarımız var. Onlar da doktora öğrencisi tabi ama onlar aynı zamanda asistan oldukları için kadrolu statüdeler. Onlar da soruşturuluyorlar şu anda. En hızlı hareket edenlerden biri Ankara Üniversitesi idi soruşturma açma konusunda. YÖK’ten gelen talimatın hemen altı gün sonrasında bir soruşturma heyeti oluşturarak soruşturmayı başlattılar. Sonucu ne olacak bilmiyoruz.

Ankara’da ODTÜ soruşturma açmadı. Hukukçu görüşü istedi. Hukukçulardan aldığı görüşlere istinaden YÖK’e soruşturma açamayacağına dair bir yazı yazdığını biliyoruz. Boğaziçi Üniversitesi soruşturma açmadı. Böyle birkaç üniversitenin soruşturma açmadığını biliyoruz.

Onun dışında taşrada, bu işi dünyanın en önemli görevlerinden biri addederek, sadece soruşturma açmıyorlar. Örneğin hiç soruşturma açmaksızın -yardımcı doçentler sözleşmeli statüdeler üniversitelerde- onların üçer yıllık olan sözleşme sürelerini uzatmıyorlar. Üstelik yasadışı bir biçimde iki yıla indirmiş durumdalar. Örneğin, Mersin Üniversitesi’nin jüri kurdurup değerlendirme yaptırıp, jüriyi de yasanın öngördüğü biçimde kurdurmayıp, hemen imzacı yardımcı doçentlerin işine son verdiğini, sözleşmelerini uzatmadığını biliyoruz.

Bu konuda en kötü örnek, en büyük baskının olduğu yer Mersin Üniversitesi şu anda. Çok sayıda işten çıkarma var. İşten çıkarılanların sayısı 8’e çıktı en son. Çoğu genç akademisyenler. Zaten öyle anlaşılıyor ki genç akademisyenler daha fazla zarar görecekler. Genç akademisyenlerin üzerindeki baskı çok yoğun. Özellikle ÖYP kapsamında, burada araştırma görevlisi olan arkadaşlarımızın hakkında iki ayrı soruşturma yürüyor. Ankara Üniversitesi ayrı soruşturma yapıyor, kendi üniversiteleri ayrı soruşturma yapacak.

Üniversitelere dönük saldırılardan bahsettik. Örneğin, Ankara Üniversitesi’nin Cebeci Kampüsü’nü öğrencileriyle, akademisyenleriyle, çalışanlarıyla muhalefetin bir parçası olarak tartışabiliyoruz. Ama son dönemde birinci dönemden itibaren polis baskısı, kapının önünde polis bekletme, baskının daha fazla artması, okula sürekli polisin girip çıkması, güvenliğin özel bir önlem alma çabası, tüm bunların sizce imza süreciyle bir ilişkisi var mıdır?

İmzadan önce başlamış bir süreç bu aslında. Bana kalırsa birinci dönem hakikaten imzanın öncesinde. Fakat bu kampüsün muhalif konumu nedeniyle geçen dönemden itibaren sistematik saldırılara uğradık. Dışardan gelen, kim olduğunu çok bilemediğimiz ama kullandıkları sloganlardan, tarzlarından anladığımız kadarıyla ya ülkücü olabilirler ya da Osmanlı Ocakları’ndan birileri olabilir, tekbir getirerek, kampüse elinde palalarla, bıçaklarla saldırıyorlar. Onun dışında şöyle bir şey yapıldı; sistematik bir biçimde kampüste öğrenci olmadığı saatlerde, örneğin akşamları kampüse gelip duvar yazılarını, varsa afişleri hedef aldılar. Onları indirip kendi afişlerini astılar, önünde fotoğraf çekildiler. Güvenliğe sorulduğunda, buna engel olamadığını söyledi genellikle. Gündüz vakti de saldırılar oldu. Böyle durumlarda da genellikle polisin kampüslere izinle gelmesi gerekir. Tabi ki can güvenliği riski olduğunda, birisi elinde silahla geldiğinde ona karşı ne yapabilirsiniz. Tabi ki polisi yardıma çağırıyoruz. Ancak böyle durumlarda neredeyse olay sonlanırken polisin geldiğine tanık olduk. Kampüse dönük bu saldırılar biraz sistematik bir hal almıştı birinci dönemde.

Sanki bütün bu saldırılar ve buradaki bir tür güvenlik açığı, Rektörlük nezdinde büyük bir sorun gibi algılandı. Anladığım kadarıyla şöyle bir zihniyet de var;  burada bir avuç muhalif öğrencinin olduğunu ve bunların temizlenmesi durumunda kampüsün steril bir alana dönüşebileceği. Yani duvarlar tertemiz olacak, hiçbir afiş olmayacak, hiçbir eylemlilik olmayacak, herhangi muhalif bir çıkış olmayacak, dolayısıyla kampüs güllük gülistanlık hale getirilecek. Yani Rektörlük’ün, “kampüste bir problem var, öğrenciler şikayetçi, dolayısıyla buraya çekidüzen vermek lazım” fikrinde olduğu anlaşılıyor. Bunu sıklıkla güvenlik amaçlı toplantılarda tekrar ettiklerini dekanlarımız aracılığıyla biliyoruz. Anladığım kadarıyla valilikle bu yönde bir uzlaşı içindeler. Ve süresiz tarihsiz olduğu iddia edilen -ki böyleyse hukuksuz demektir aynı zamanda- bir izin verilmiş valiliğe yani burada sürekli polis kuvveti bulundurulabilmesi için -ki bunlar da terörle mücadele ekibi, tomalarıyla kampüsün yanında, sağında, solunda, içinde, her yerdeler, her şeyi yapabilirler.

Daha önce de biz polisle karşı karşıya geldik, özellikle yönetimlerin polis şefleriyle, emniyet görevlileriyle müzakere edebilme şansları vardı, dekan, dekan yardımcısı, kampüsten sorumlu olduklarını söyledikleri zaman, mutlaka belli bir saygı çerçevesinde dinleniyorlardı. Fakat şimdi gördüğümüz tavırda imza sürecinin etkisi olduğunu söyleyebilirim. Hocalara, “Burası kamuya ait bir alan, hocaysanız hocalığınızı bilin, gidin dersinizi yapın, ne işiniz var burada” deniyor. Öğrencilere müdahale ederlerken araya girmeye, müzakere etmeye çalışıyoruz ve sonuçta aldığımız cevap bu oluyor. Dolayısıyla giderek tartaklama, saldırganca bir tutum, “Biz sizin nasıl sınav yaptığınızı da biliriz, biz sizin nasıl sorular sorduğunuzu da biliriz, biz sizin nasıl ders yaptığınızı da biliriz, siz de kim oluyorsunuz” diyerek hocaları tartakladıklarını da biliyoruz. Bazılarını gözaltına almalarına ramak kalmıştı hatta.

Cumhurbaşkanı’ndan başlayarak her gün bir yıpratma stratejisi izleniyor. Bize her gün hakaret ediliyor. Bunların etki yaratmayacağını düşünemeyiz. Akademinin yeriyle ilgili toplumda zaten ciddi bir problemimiz vardı bizim. Ama bunun giderek derinleşmesine neden olan bir süreç bu aynı zamanda. Toplumun gözünde çok daha yalıtılmış, toplumun gözünde çok daha farklı bir yerde konumlandırılmaya başlanmış olduk. Bunlar ciddi sorunlar. Şu an herhangi birine akademisyen olduğumu söylediğimde alacağım tepkinin ne olduğu konusunda kuşku duymaya başladım. Yani eskiden bunu söylediğinizde asgari düzeyde de olsa bir saygı görürdünüz. Ancak şimdi bu konuda tereddüt ediyorum. Bana bunu düşündürecek kadar bir yıpratma süreci var.

Burada polisin tavrından anladığım, polis bize haddimizi bildirme noktasında. Dolayısıyla biz artık öğrencilerimizi koruyamıyoruz. En vahim durumlardan biri, öğrenciyle polisin arasına giremiyoruz. Oysa bu kampüsün en önemli geleneklerinden biridir. Biz öğrenciyken de, hocaların polisle müzakere ettiğini ve hep sonuç aldıklarını bilirim. Ama biz şu an artık böyle bir pazarlık gücüne sahip değiliz maalesef.

Üniversitenin sorgulanması ve dönüşümü için nasıl bir tutum almak, nasıl bir dayanışma ağı kurmak gerekir sizce?

Şimdi bu dayanışma konusunda gerçekten tereddüdüm var. Çünkü dayanışma konusunda sınıfta kaldığımızı düşünüyorum. Bu süreç bize aslında çok az kişinin dayanışmaya hazır olduğunu ve dayanışmadan anladığımız şeyin ortaklaştığı insan sayısının çok az olduğunu düşündürdü bana. Yani maalesef çok farklı tepkiler alıyoruz. Bunun çeşitli nedenleri olabilir tabi, tartışılabilir ama dayanışma konusunda şu anda en çok dayanışmaya ihtiyacımız olan dönemde bizim arkamızda olmak, bizimle dayanışmak konusunda üniversite gerçekten çok zayıf, sınıfta kaldı.

Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde ve İletişim Fakültesi’nde, bu baskılara karşı akademik kurul kararları alındı. Bu kararların alınması sürecinde yapılan tartışmalar ve o kararları bile onaylamayan arkadaşlarımızın varlığı, bu dayanışma sürecinin pek de umut vadetmediğini söylüyor bize maalesef.

Ama bunun yanında imzacılar arasında başka tür bir dayanışmanın, güçlü bir dayanışmanın örülmeye başladığını da görüyoruz. İşten çıkarılan arkadaşlarımızı desteklemek, maddi ve manevi destek sağlamak, imzacı akademisyenler arasında alt komisyonlar var, onlar özellikle bu dayanışma ağını örmeye çalışıyorlar. Çok zorlanıyoruz, kolay olmuyor ama bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.

Türkiye’de olan pek çok şey aslında dünyadaki eğilimlerin bir sonucu gibi görünüyor. Yani dünyada üniversitelerin uğradığı baskılar ve dönüşümler anlamında çok ciddi eğilimler var. Mesela geçmişte çok güçlü bir üniversite geleneği olan özellikle de devletin üniversiteleri belli bir katkıda bulunarak, onları ayakta tuttuğu ülkelerde, örneğin İngiltere bunlardan biridir, bu devlet destekleri giderek küçüldü ve hatta neredeyse hiç kalmadı. Bu durum, üniversiteleri kendi başına ayakta durmak zorunda bırakıyor. Bunun sonucunda ise üniversiteler elbette öğrenci harçları, öğrenciden gelecek gelir, projelerden gelebilecek gelirler gibi kendilerini besleyecek farklı kaynaklar aramaya başlıyor. Bu da üniversitenin kendi içinde üniversiteye dair üniversal değerlerin pekçoğunun bitmesi, kaybolması demek. Çünkü üniversite proje üreten, piyasayla giderek daha fazla eklemlenen, piyasa koşullarını kendini eklemleyen, ona göre hareket eden bir tür işletmeye dönüşmeye başlıyor. Bunun için de çok az kaliteli, nitelikli araştırma yapmak mümkün. Yani burada piyasaya iş yapmak zorunda olmak, çok büyük bütçeli projeler yapmak zorunda hissetmek, başka türlü alanların sürekli boş kalmasına neden oluyor.

Burada sosyal bilimler, insan bilimleri, felsefe, antropoloji gibi alanlar yani daha çok beşeri alanlar için bunlar çok büyük gerilemeler. Çünkü o alanlarda projeler üretemiyorsunuz. Mesela ben siyasal düşünce uzmanıyım, ne projesi üretebilirim. Piyasaya yarayacak bir proje üretme şansım yok ama kitap yazabilirim, öğrenci yetiştirebilirim. Ama bunların çok sıklıkla önünün kesildiğini görüyoruz. Burada hakikaten üniversitenin oturup alternatif yollar araması gerekiyor.

İmza süreci, böyle bir alternatif akademi fikrinin oluşmasına yol açtı. İçeriğinin ne olduğunu bilmiyoruz ancak böyle bir fikir ortaya atıldı. Elbette burada temel ilke, akademik özgürlük olmak durumunda. Yani bunu koruyacak ve piyasaya karşı da korunaklı bir yeni yapılanma gerekecek. Yani süreç eğer Cumhurbaşkanı’nın talep ettiği gibi vatandaşlıktan çıkarılmaya kadar giderse, o zaman ne yaparız bilmiyorum.

Bu söyleşi 14 Nisan 2016 tarihinde yapılmıştır.

Sendika.Org

Dosya: Barış için Akademisyenler