Anayasa Mahkemesinin Barış için Akademisyenler bildirisine imza atan akademisyenlerin cezalandırılmaları nedeniyle ifade özgürlüklerinin ihlal edilmesi ile ilgili kararının üçüncü yılında, KHK ve sair yasadışı süreçlerle işlerinden edilen Barış Akademisyenlerinin pek çok hakkının ihlal edilmeye devam ettiği, içinden geçtiğimiz günlerde 2016-2020 sürecinin kapsamlı, diyalojik bir anlatısını 27 Temmuz 2020 tarihli, "Anayasa Mahkemesi Kararının Yıldönümünde Barış Akademisyenlerinin Hukuk(la) Mücadelesi" başlıklı panelin ayrıntılı deşifresini yaparak, yayınlamayı uygun gördük.
"Anayasa Mahkemesi Kararının Yıldönümünde Barış Akademisyenlerinin Hukuk(la) Mücadelesi" başlıklı paneli 27 Temmuz 2020'de Barış İçin Akademisyenler 'youtube' kanalından canlı yayınlandı
(Video kaydına bu link üzerinden ulaşabilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=EkJiP0cSBLA&t=6275s)
"Barış Akademisyenlerinin İş, Özgürlük, Demokrasi ve Hukuk(la) Mücadelesi" başlıklı çevrimiçi serinin dördüncü ve son oturumunda Barış Akademisyenlerinin Hukuk(la) Mücadelesini konuştuk. AİHM başvurularını; ILO'ya iletilen raporlar çerçevesinde sendikal örgütlenme ve çalışma hakkımıza ilişkin sorunları; Barış Akademisyenlerinin davaları sürecini ve cezaları onanan 10 barış akademisyeninin başvurusu sonucu 27 Temmuz 2019'da AYM tarafından verilen "ifade özgürlüğü" kararını kapsamlı olarak değerlendirmiştik (Özgür Bozdoğan, Esra Demir, Reyda Ergün, Aslı Odman, Berke Özenç, Zeynep Yıldırım).
15 Ağustos 2022 itibarıyla 'Barış Akademisyenlerinin Hukukla Mücadelesine' eklenenler:
"Anayasa Mahkemesi'nin Zübeyde Füsun Üstel ve Diğerleri davasında verdiği kararın birinci yıldönümünde gerçekleştirilen bu etkinlikten sonra geçen iki yıl içerisinde KHK ile ihraç edilen Barış Bildirisi imzacılarıyla ilgili iki önemli gelişme yaşandı. Bunlardan ilki, imzacıların ihraç edilmelerinden kısa bir süre sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) yaptıkları başvurularla ilgili. 2021 yılının Temmuz ayında AİHM, bu başvurulardan 79'unu birleştirerek Türkiye Hükümeti'nden savunma istedi (bkz. Kamuran Akın - Türkiye ve 42 diğer başvuru). Bu zamana kadar Barış Bildirisi imzacılarının başvurularını sürüncemede bırakmış olan Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu (OHAL Komisyonu), savunma isteğinin Hükümete iletilmesinden kısa bir süre sonra, Ekim 2021'de, Barış Bildirisi imzacılarının başvurularını bir bir reddetmeye başladı. 376 Barış Bildirisi imzacısının başvuruları, Komisyon tarafından matbu bir gerekçeyle birkaç ay içinde hızla reddedildi. Bu ret kararlarına karşı idare mahkemelerinde açılan davalar ve AİHM önündeki dava, imzacıların ihraç edilmelerinden sonra geçen altı yıl sonra bugün hala devam ediyor.
Bu altı yıl içerisinde, ihraçların imzacıların hayatları ve Türkiye'de akademik özgürlük ve ifade özgürlüğü üzerindeki etkilerine ilişkin bir değerlendirmeyi İnsan Hakları Okulu'nun AİHM önünde görülen davaya sunduğu müdahil görüşünden okuyabilirsiniz (İngilizce): https://www.insanhaklariokulu.org/aihm-onundeki-baris-icin-akademisyenle...
Zeynep: Merhaba, iyi akşamlar herkese. Barış İçin Akademisyenler’in webinar serisinin dördüncü ve sonuncusunda hep birlikteyiz. Bugün Osman Kavala’nın mahpusluğunun bininci günü. Onun nezdinde Türkiye’de ve dünyada haksız ve hukuksuzca tutuklu ve hükümlü bulunan tüm siyasi mahpuslara selam gönderiyoruz. Bugün 27 Temmuz. Yaklaşık bir yıl önce 26 Temmuz 2019 tarihinde, Anayasa Mahkemesi, Barış İçin Akademisyenler’in başvurusuna ilişkin olumlu bir karar verdi. Böylece toplumda Barış Bildirisi olarak bilinen ve 2212 akademisyen tarafından imzalanan ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ bildirisine ilişkin olarak, ağır ceza mahkemeleri önünde devam eden davalar art arta beraatla sonuçlanmaya başladı. Bu bildiriye imza attığı için işlerinden edilen Barış İçin Akademisyenler’in işlerine iade olacağına dair de bir umut doğdu. Fakat bir yılın ardından OHAL Komisyonu, herhangi bir Barış İçin Akademisyeninin işe iadesi yönünde bir karar vermedi. Barış İçin Akademisyenler’in bir kısmının pasaport ve benzeri konularda hak gasplarının iadesine ilişkin sorunlar yaşadığını da biliyoruz. Pek çok Barış İçin Akademisyen’in davası ise yıllardır AİHM önünde beklemeye devam ediyor. Barış Akademisyenleri’nin iş, özgürlük, demokrasi ve hukukla mücadelesi başlıklı online oturum serisinde bugüne kadar her hafta birer konu ele alındı. Sizler de bir kısmını izleyebildiniz umut ediyoruz ki. Bugün Anayasa Mahkemesi kararının yıldönümünde dördüncü ve son webinarda Barış İçin Akademisyenler’in hukukla mücadelesini konuşacağız. Türkiye akademisinin hukukla mücadelesi elbette Barış İçin Akademisyenler’le birlikte başlamadı ve ne yazık ki herhalde bizimle de sona ermeyecek. Çünkü Türkiye’nin akademiye ilişkin özgürlük düzenlemeleri anayasaya baktığımızda dahi bu tabloyu zaten bize çok net bir şekilde hatırlatıyor. Ben sadece hafızalarımızı tazelemek açısından Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 130. maddesi akademik faaliyetlerle ilgili şunu söylüyor: ‘Üniversiteler ve öğretim üyeleri ve yardımcıları, serbestçe her türlü bilimsel araştırma ve yayında bulunabilirler. Ancak bu yetki devletin varlığı ve bağımsızlığı ve milletin ve ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği aleyhinde faaliyette bulunma serbestliği vermez.’ YÖK kanununda da yüksek öğretim amaçları arasında şunlar sayılıyor: ‘Yüksek öğretimin amacı, öğrencileri Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerleri taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan, Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren vatandaşlar halinde yetiştirmek. Türk devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olarak refah ve mutluluğunu arttırmak amacıyla, çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı ve seçkin bir ortağı haline getirmesini sağlamak.’ Şimdi Türkiye devletinde hukukla akademinin özellikle de eleştirel ve bağımsız çalışma yapmak isteyen, araştırmak yapmak isteyen akademisyenlerin zaten hep bir mücadelesi olacağı sadece bu iki düzenlemeyi okuyarak bile görebiliyoruz. Barış Akademisyenleri’nin de hukukla mücadelesi aslında biraz başlık da bize bunu göstermeye çalışıyor, esasen hem hukuki hem hukukla mücadele şeklinde gelişti. Bir yandan aleyhlerine disiplin soruşturmaları ve ceza davaları devam ederken diğer yandan aynı zamanda hukuksal araçları kullanarak da mücadele etmeye çalıştı Barış için Akademisyenler. Diğer tüm örneklerde olduğu gibi Barış için Akademisyenler’in hukukla mücadelesinde de oldukça heterojen olan bu akademisyen grubunun ortaklığını hukuki kategorilere tercüme etmekle ilgili elbette bir mücadele yaşandı. Ama bunun yanı sıra da ulusal ve uluslararası çeşitli yargı ve diğer merciler önünde yürütülen mücadelede taktik ve stratejiler de geliştirildi. Yani burada aynı zamanda usule dair ya da hukuk politikasına dair birçok deneyim elde ettik. Bu perspektiften geniş olarak tartışacağız bugün. Barış İçin Akademisyenler’in hukukla mücadelesini Anayasa Mahkemesi’nin yıldönümünde… Ben kısaca konuşmacılarımızı tanıtmak istiyorum. Öncelikle hepsine çok teşekkür ediyorum. Bugün, bu akşam bizimle burada oldukları için. Kısaca tanıtacak olursam: Aslı Odman, Barış için Akademisyen. BAK Dayanışma ve Dava Koordinasyon ekiplerinde emek verdi. Aynı zamanda İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi gönüllülerinden. Reyda Ergün, Barış için Akademisyen. BAK Hukuk ekibine emek verdi. Ayrıca Türkiye’de Araştırma ve Öğretim Özgürlüğü Uluslararası Çalışma Grubu Türkiye gönüllülerinden. Berke Özenç, Barış için Akademisyen ve BAK Hukuk ekibinde emek verdi. Esra Demir, Barış için Akademisyen. Barış için Akademisyenler’in Anayasa Mahkemesi ve AİHM başvurularının hazırlanmasında büyük emek verdi. Özgür Bozdoğan, Eğitim Sen Genel Yükseköğretim ve Eğitim Sekreteri. Aynı zamanda üç dönem Eğitim Sen Ankara 2. No’lu Şube Başkanlığı yaptı. Her bir sunum için aslında biz biraz dinamik bir yapıyı korumak açısından sizleri iki turda sorular yönlendireceğim sevgili konuşmacılar. Bu soruları yanıtlarken süre sınırına dikkat etmenizi rica ediyorum. Oturumun sonunda aynı zamanda izleyicilerden gelecek soruları da alacağız. Bu arada izleyenlerin de bizlere sorularını iletmelerini istiyoruz, rica ediyoruz. Öncelikle Aslı ile başlamak istiyorum.
Aslı: Merhaba sevgili Zeynep.
Zeynep: Merhaba hoş geldin.
Aslı: Hoş bulduk.
Zeynep: Barış Akademisyenleri, gösterdiği çeşitlilikle beraber ya da buna rağmen nasıl ağır ceza mahkemeleri önünde ortak bir dava takibi mümkün oldu? Bunun avantajları veya zorlukları var mıydı? Nelerdi? Burada nasıl dayanışma pratikleri ortaya çıktı? Neler öğrendiniz, neler öğrendik ve neleri bir daha yapmayalım dedik? Söz sende.
Aslı: Burada anlattıklarım, herhangi bir Barış Akademisyenlerini temsil iddiası taşımadan, deneyimlerim üzerinden beraber bir düşünme denemesi olacak. İçindeyken düşünmeye çalışmış, Barış Akademisyenlerinin sosyolojisi hakkında bir şeyler çiziktirmiştim sıcağı sıcağına. Açıklama ihtiyacı yakıcı idi. Şimdi tabiri caiz ise 'arkasından', en azından ceza hukuki alanındaki hukuki mücadelenin ana kısmı sonuçlandıktan sonra düşünmek daha zormuş esasında. Şimdiye kadarki webinar başlıklarına bakınca, iş, özgürlük, demokrasi ve hukukla mücadele alanları arasında en tanımlı, içerisinde örgütlenmelerin taşıyabileceği sorunları en az yaşayacak alanın hukukla mücadele olduğunu düşünüyorum. Çünkü karşının hukuki kisveye, dile, mekana bürünmüş saldırıları, bizim hareket sınırlarımızı çiziyordu. Mesela daha önce iş güvencesi ile ilgili mücadele daha parçalıklıydı; vakıf üniversitesi, devlet üniversitesi ayrımı, akademi içindeki titr hiyerarşisi ve emek rejimi nesillerinin yarattığı farklılaşmalar vs. o kadar çok bölünmüş bir iş alanı var ki. Veya özgürlük mücadelesi tanımındaki 'özgürlüğü' ele alalım. Barış Akademisyenleri’nin işte o farklılıkları içerisinde özgürlüğe ve demokrasiye yükledikleri anlamlar, faaliyet alanlarının farklılaştırılmış tanım ve pratikleri, ideolojik konumlar, bir grup olarak ortak olarak maruz kaldığımız ama kişiselleştirilmiş dönemsel hukuki mücadele kadar açık bir çerçeve vermiyordu. Hatta bazı arkadaşlar -ben pek katılmasam da- bunu bir ikilem olarak formüle ettiler '(Barış) siyaseti mi, dayanışma mı?' diye. Hukuki mücadeleden çok, 'hukukla mücadele' (veya belki güreş!) diyelim, bundan önceki imzacılığın bedelini eşit dağıtmaya yönelik dayanışma alanları olan psikolojik, maddi, uluslararası ağ ve bağlar, doktora öğrencileri arası iletişim gibi, karşıdan gelen saldırılara cevap veren, tanımlı bir alandı.
Her ne kadar son hızlı beş yılda zaman algım, bir akordeonunki gibi hızla büzüşüp açılıp, dönem ve olayları bazen birbirine karıştırmama yol açsa da, Barış Akademisyenlerinin hukukla mücadele sürecindeki serencamına dair kısa bir bellek turu denemesi yapayım. Bu 'hukukla hukuk mücadelesi' sürecinin, Barış İçin Akademisyenler veya Barış Akademisyenleri diye bir kavram, bir arada tutan bir insicam oluşmasında da belirleyici olduğunu düşünüyorum.
Hukukla meşguliyetimizin kronolojisi, davalar açılmadan önce kısaca şu şekildeydi: 2016 Ocak'ta gözaltılar, idari soruşturmalar, çoğu vakıf üniversitelerinden olmak üzere farklı hukuki bahanelerle işten çıkarmalar, 'görev süresi veya sözleşme uzatmamalar', suç duyurusuna karşı Emniyet'te verilen ifadeler, Temmuz 2016 'darbe girişiminden' sonra khk'larla pey der pey işten çıkarmalar dönüşünce duruldu. Zira khk'lara karşı hukuken yapacak hiç bir şey varmış gibi gözükmüyordu. Sadece her çıkan khk'dan sonra, işten çıkarılan arkadaşların isim listeleri hazırlamak, duyurmak, ofislerin ortak boşaltılması ritüellerinin koordinasyonu, işten çıkarılan - çıkarılmayanları bir araya getiren sosyal medya kampanyaları yapabildik. Sonra tam bir buçuk sene sonra, 2017’de Ekim ayında ilk duruşma tarihleri gelmeye başladı. Hatırlarsanız 2016’dan itibaren, birinci imzacıların çoğu ve ikinci imzacılardan çağrılan azınlıktaki kesim teker teker Emniyet'te ifadelerimizi vermiş, beklemeye geçmiştik. Hala çalışmakta olanlar için "ne zaman khk ek listesinde adım çıkar?" ve "ne zaman nasıl bir iddianame ile dava açılır?" beklemesine.
2017 Ekim'de ilk defa TMK 7/'den ilerlemiş o kanaatler manzumesi iddianameyi gördük. İddianamenin kes+yapıştır istisnasız her dava açılana iletildiğini, yani yargının imzacıları bölerek, teker teker dava açtığını gördük. Hiç unutmuyorum, bizim de dayanışma etkinlikleri ile bir açılış haftasına dönüştürdüğümüz, 5 Aralık 2017'de ilk duruşma görüldü. O ilk haftada Eğitim-Sen'in örgütlü ve kurumsal olmasından gelen gücü de kullandığımızı hatırlıyorum. Education Internationale (EI) Küresel Eğitim Sendikaları Konfederasyonu'na bağlı pek çok sendika temsilcisi desteğe gelmiş idi. O aşamada BAK Dayanışma'nın bir buçuk senelik hukuk, maddi, psikolojik, iletişim/sosyal medya, ulusal/uluslararası kurumlar ile ağlar/ilişkiler konusundaki mesaisi, bu emeği verenler arasındaki güven ilişkileri, dil ve iş yapma pratikleri ortaklıkları epey gelişmişti. Fiilen 5 Aralık 2007 ile 31 Temmuz 2019 arasındaki Barış Akademisyenlerinin tüm duruşmalarını bizzat mahkeme salonlarında takip eden, bir yazılım geliştirerek duruşma verileri ve hukuki belgelerle veri bankası oluşturan, sayısı yüzü aşan tüm imzacı avukatları ile iletişim ağı kurup, tüm hukuki belgeleri paylaşan, duruşma salonundan twitter hesabı üzerinden anlık somut ve anonim haber geçen, görselleri hazırlayan, ilk sene her duruşma günü, ikinci sene haftada bir kere Türkiye'nin barış gündemi ile harmanlayarak sabah basın açıklaması yapan ve yayan, yerel ve uluslararası dayanışan kurumlar ve kişiler ile gazetecilerle iletişimi sürdüren, Barış Akademisyenlerinin gözaltı ve tutukluluk durumunda acil kampanyalar düzenleyen, her açıdan süreci, sürecin önümüze çıkardığı her şeyi takip eden, ören ve bu vesile ile de adım adım oluşan bir koordinasyondan bahsediyoruz esasında. Bu işlere ihtiyaç duyuldukça, bu işlere gönüllü olup, bir adım atanların ortada buluşmasından adım adım oluşmuş bir koordinasyon. Buna başka bir yerde 'BAK bir örgüt değil, bir balık ağı, bir enerji nakil hattı' diye tanımlamıştım. Benim için bu somut koordinasyon bu ağı, bu nakil hattını bir imkandan bir süreç haline dönüştüren olumlu bir örnek.
Bir yandan da haftada en az iki, bazen dört, beş gün Çağlayan'a gide gele, o Adalet Sarayı denilen tesis bizim için bir sabitlik, bir 'çeşme başı', bir buluşma mekanı, bir imkan-mekan haline dönüştü. Bu her gün düzenli olarak yüz yüze ve duruşma ortamında diğerleriyle karşı karşıya olma hali, dayanışmayı oluşturan çok somut bir zemindi. 27 Temmuz Anayasa Mahkemesi kararı ve 31 Temmuz Tuna Açıkel'in tahliye edildiği duruşma ile dar anlamda BAK Dava Koordinasyon artık o dönemdeki görevini tamamladı diyebiliriz. Bundan sonra Beraatlar Sonrası Çalışma Grubu kuruldu. Birinden diğerine geçen arkadaşlarımız var. Bu ikincisinde daha çok khk'lı arkadaşlarımızın pasaportlarına kavuşmaları, OHAL Komisyonu başvuruları takibi, sürecin belgelenmesi gibi hak mücadeleleri takip ve koordine ediliyor. KHK 'ların hukuk karşısındaki o garabet durumu nedeniyle, işe iade süreci çok daha parçacıklı, çok daha belirsiz bir sürece benziyor.
'İmzacıların heterojenliğine rağmen, hukukla veya hukuk mücadelesi nasıl kurulabildi?' sorusuna geleyim. Evet, haklısın, heterojen bir kitle. Barış Bildirisi'ne farklı koşullarda, beklentilerle, farklı anlamlar yükleyerek, birbirinden habersiz imza koyulmuş. Metinin lafzı ne kadar sarih olursa olsun, imza atan yaklaşık 2300-2400 kişiyiz ve Türkiye'nin ve yurtdışındaki akademik diasporanın dört bir yanına dağılmış, 100 kadarı Türkiye'deki üniversitelerde olmak üzere 400'den fazla fazla üniversitede çalışan, yüksek lisans yapan insandan bahsediyoruz. Bu kesim de Türkiye’deki akademik iş kolunun malul olduğu bütün farkları taşıyorlar. Yani yalnızca ideolojik değil, nesnel, sosyolojik farklardan bahsediyoruz. Evet, metin açıkça birleştirici bir fikir, tanı, tez taşısa da veya tam da bunun sayesinde, imzacıları ciddi sosyolojik farklar taşıyor. Yaşa, üniversitenin olduğu şehre, üniversitenin kaç yıllık olduğuna, vakıf mı kamu mu olduğuna, cinsiyete, çalışılan hukuki statüye, ekonomik imkanlara göre...Bir de tabi imzadan sonra imza nedeniyle ödenen bedel de bunlara göre çok farklı ve eşitsiz dağıtıldı.
Bir kaç örnek vermem gerekirse, mesela rejim KHK ek listelerine koyarak ile toptan tüm haklarından arındırma formülünü bulmadan önce iş kaybında vakıf üniversitelerinde çalışıyor olmak bir dezavantajdı. İş Hukuku'nun 'Ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan hallerden fesih'i içeren 25/2 maddesinden atılan arkadaşlar oldu. Yeni Yüzyıl Üniversitesi'nin çok açıkça hatırlıyoruz. Vakıf işverenleri, vakıf üniversitelerinde çalışanların belirsiz hukuki durumunu, khk formülü öncesinde işçi statüsünün getirdiği nispeten güvencesiz konumu kullanarak hızlı işten çıkarma için kullandı. Sonra bazı, nispeten yeni kamu üniversitelerinde, içteki güç dengelerine göre, yardımcı doçentlik, öğretim görevlileri ve asistanlıkta akademik performansın kontrol edilmesi için öngörülmüş görev uzatma kurulları kötüye kullanılarak, görevleri uzatılmayan, yani işten atılan imzacı arkadaşlarımız akademik kariyerlerinin nispeten başındaki arkadaşlarımız oldu. Mersin Üniversitesi bu adaletsizliğin, hukuksuzluğun, kötüye kullanmanın öncülerindendi. Malum, doçentlikten öncesindeki tüm akademik kadrolar bu görev süresi uzatma prosedüründen geçmek zorunda. İlginç bir şekilde darbe girişiminden önce, akademik hiyerarşinin en altındaki devlete senet ile borçlandırılan imzacı ÖYP'li asistanlara dair hedefli bir hamle olmamıştı. Ama bu kategori 15 Temmuz sonrasında tamamen ortadan kaldırıldı ve imzacı ÖYP'liler de pey der pey khk'larla işlerinden edildiler. Gene 15 Temmuz 2016 öncesi ve sonrası diye ayrılan bir bedel farkı var. Sonrasında khk ile işten çıkarılanlar sadece işini değil pasaportunu, seyahat özgürlüğünü, bir daha kamuda her hangi bir yerde işe girme imkanını ve buna itiraz etmek için herhangi bir hukuki yolu da kaybederek işten çıkarıldılar. Bazı durumlarda OHAL'den önce işten çıkarılan imzacı arkadaşlarımız, bir de khk'ya sokularak, ikinci kere, katmerli cezalandırıldı. Ama bazen doktora öğrencisi, her hangi bir akademik işte çalışmayanlar dediler ki 'Şu veya bu şekilde işten çıkarılmak bile daha iyi, biz öyle bir kara listedeyiz ki, akademik yolun en başında, bu meşakkatli doktoraları yapsak da yapmasak da Türkiye'de her hangi bir işe girme şansı elde edemeyecek şekilde kara listelendik, dönmekten umut keseceğimiz bir yerimiz hiç olmadı, olmayacak'. Bu en genç kesim tüm dünyada akademik 'iş piyasasında' yaşanan tıkanmayı, bir siyasi bir rejimin üniversiteler üzerinde artırdığı ideolojik, siyasi baskılar altında göğüslemek zorundalar. Bir de sosyal coğrafyanın yarattığı hem işe, hem can güvenliğine dair farklar oldu. Tabii ki İstanbul, İzmir, Ankara gibi metropollerde imzacı olmanın riskleriyle dayanışarak veya anonim kalarak baş etmek, veya daha sıkı, daha organik dayanışma ağlarının kurulabildiği Mersin, Kocaeli, Eskişehir gibi şehirlerde imzacı olmak, yeni kurulmuş ve hatırı sayılır bir muhafazakar yapının olduğu veya siyasi/etnik gerilimin yaşandığı taşra kentlerinden daha az zarar verici idi. Giresun, Bingöl, Erzurum, Gaziantep, Samsun, Dersim, Diyarbakır, Batman, Mardin, Kayseri imzacıların yaşadığı zorlukların, yaşadığı baskıların hikayelerini bire bir dinlediğim, hafızamda tuttuğum üniversite kentleri idi. Bakın dayanışma akademileri de ya metropol ya da farklı nedenlerden dolayı organik dayanışma ağlarının öncesinden de olduğu kentlerden çıktı...Kimi canını kurtarmak için hedef gösterildikten hemen sonra şehri terk etti, kimi ailedeki tek gelir kazanan olduğundan veya tek başına çocuk, veya anne-babasına baktığından, kiminin akademik iş dışı alternatifleri sağlayacak sosyal sermayesi, ağları vs daha yoksun olduğundan çok daha büyük sıkıntılarla karşı karşıya kaldı. Bu sosyal sermaye konusu hem bireysel olarak önemliydi, hem de kurumsal olarak. En nihayetinde, imzacıları khk listelerine dizip, Ankara'ya yollamayan üniversite rektörleri 100 küsür üniversiteden bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaydı. Bu 'imzacılarının ismini khk ek listelerine eklenmek üzere Ankara'ya yollamayan' üniversitelerin nispeten sosyal sermayesi yüksek, uluslararası itibarı hakkında kaygılar taşıyan, eski üniversiteler olduğunu görüyoruz. Veya sırtını nispeten eski ve güçlü bir sermaye grubuna dayamış aynı kategorideki vakıf üniversiteleri. Khk'lı imzacı olup olmamak da kurumların sosyal sermaye birikimi, nispi otonomisi gibi faktörlere bağlı oldu. Bu da çok ciddi sonuçları olan imzacılar arasındaki farklılaşmayı artırdı.
Bu farklılıklara rağmen, en azından bugünkü webinarın konusu olan 'hukuk mücadelesi' veya 'hukukla mücadele' nasıl ortaklaştırılabildi? Dönemsel olarak bedel ödeyen mağdur gruplarda, veya baskın grup kimliği bedel ödemek, risk altında olmak ve ezilme/mağduriyet üzerinden gruplarda sık sık görürüz, dayanışma pratiklerine göre organize olamazlar, kolektif kuramaz, ve paramparça kalırlar. Öfke bir birinden kopuk olsa, hep bir birini takip eden, gözeten, sosyal konumu, kabulü için birbirinden kerteriz alan grubun bireyleri arasında, grubun içinde patlar. Bu mağduriyetlere sebep olan iktidar odağına dönemez. Grup içinde bedeller, mağduriyetler, acılar yarıştırılmaya başlar ve daha az bedel ödediğini düşünülen kesimlere yönelir öfke. Altta kalan, kendinden daha altta kalanından acısını fiziken veya sözel olarak çıkarmaya çalışır sık sık. Yani bunun Barış Akademisyenleri vakasında baskın olarak böyle yaşanmadığını düşünüyorum. Hele mevcut akademideki bireysel üretim tarzını, buradan doğan benmerkezci değerlendirmeleri, yaşam tarzını, sınıfsal profilleri, eril ahkam kesmenin, iş buyurmanın doğallaşmış hallerini düşündükçe bu bana daha da kıymetli geliyor. Kanımca gerçekten somut bir olgu var, dava bölünmeden, yaşanan zor sürece dair iktidarın önüne kurbanlar atılmadan, sürecin sözü iktidarın dili dışında bir yerlerden kurulmaya çalışarak, başka toplum kesimleriyle de yatay bağlar kurularak takip edilebildi beraber olarak. Açıkça mahkemelerde, kamuoyu önünde bölünmeden, içte mağduriyetlerin 'sorumlusu' 'suçlusu', 'yüreksizi' veya sürecin 'kahraman/ları' gibi yaftalamalar olmadan bu defteri kapatabildik. Bu nasıl yapılabildi? Çıkış noktasındaki sosyolojik , ekonomi-politik farklılıklara rağmen, süreç içindeki bedelin bunca eşitsiz dağıtılmasına rağmen...
Yani kesin bir cevap veremeyeceğim, ben de hala kendime soruyorum, tüm bu farklılaşmaya rağmen nasıl ortak bir hukuki bir mücadele verildi, 'Barış Akademisyenleri Davası' diye bir dosya oluştu? Başta da dediğim gibi, bize yapılan hukuki saldırı o kadar hukuksuzdu ki, bu, buna karşı bir 'bizin' oluşmasının da zeminini oluşturdu. Bir yandan da hukuk kadar soyut bir şey ile mücadelenin çerçevesi gayet fiziki, bir adet granitten, devasa, insani boyutlar ötesi kondurulmuş 'Adalet Sarayı'. Çağlayan'a iki sene boyunca, adli tatiller hariç neredeyse her sabah, en azından her hafta 2 ila 3 gün yürüyerek, metrobüsle, metroyla, otobüsle, üç beş kişi bir taksiyi paylaşarak duruşmasına, duruşmaya desteğe, fikri takibe imzacılar ve çevrelerinde halkalanan dayanışanlar aktı. Hiç bir duruşma günü atlanmadı. Muhakkak Çağlayan’da olundu. Bu arada zaten Çağlayan bizim davamız dışında o kadar çok benzer 'hukukla mücadele edilen' davaya 'yataklık' ediyor ki: gazetecilerin, milletvekillerinin, öğrencilerin, hayvan hakkı savunucularının, sanatçıların, çevre hakkı savunucularının, kent hakkı savunucularının, kadın cinayetlerine karşı mücadele edenlerin, hakaret davaları ile uğraşanların...Rejimin krizi ile siyasi/ideolojik baskısı arttıkça, Çağlayan'ın müdavimlerinin de sayısı arttı ve çeşitlendi. Bu yüzden bizim başta her duruşma günü, sonra haftada bir yaptığımız basın açıklamaları, barış akademisyenlerinin haftalık duruşma gündemini, Türkiye'nin kapsayıcı barış gündemi ile, yani Kürt Meselesi, insan hakları gündemi, çalışma barışı, imar barışı, çevre konuları, kadın cinayetleri gibi gündemler ile buluşturmaya çalıştığımız, toplumsal barış, adalet ve eşitlik talebini, kamusal bilim faaliyetlerimizle ilişkisi içinde yan yana koymaya çalıştığımız metinler oldular. Bazen 3 kişi, bazen 73 kişi olduk. Ama muhakkak yapıldılar. Bu rutin insanların buluşması, güven ilişkileri geliştirilmesi, bize dayatılan bölünmüşlük ve izolasyonu da kıran bir rutin oldu. Asli bir belirsizlik içinde kendi irademizle bir rutin, bir belirlilik yaratmak, her basın açıklamasında basından çok sivil polislerin hiç eksilmeyen varlığına, Adliye ortamının boğuculuğuna, bağlamın risklerine rağmen rahatlatıcı ve özgürleştirici idi. ‘Kimse yalnız yürümeyecek, yalnız yürümeyeceğiz!’in hayata geçirilmiş şekli idi, o mekansal rutin. Dava dayanışma ve koordinasyonun içinde sayı olarak da kadın daha fazla. Fakat bu somut cinsiyet dengesi dışında, ben bu karma ekipte iş yapma şeklini eril, üsten dayatmacı, iş buyuran, dışa ve kendini göstermeye dayalı olmayan, içte kolektif teyit ve danışma mekanizmalarının sonuna kadar işlediği, birbirine incelikli, esprili, nezaket ile koruyarak davranılan bir süreç olarak çok güçlendirici yaşadım. Temsiliyet iddiası olmayan, adım adım önümüze çıkan işleri içimizde dağıtmaya, teyit ve tartışmaya dayalı, süresi ve mekansal sınırları belli bir güven ilişkisi, bir ekip işi idi. Ben içimizdeki iyileri ortaya çıkaran iyi, dönüştürücü, öğretici bir örgütlenme, kolektifleşme süreci olarak deneyimledim dava koordinasyonunu.
Zeynep: Aslı’cığım, bir iki dakika toparlamanı rica edebilir miyim? Çok aştık süreyi.
Aslı: Evet, uzun bir bellek turu oldu bu. 'Hukuki mücadelenin' somut duruşmalar koordinasyonu ile ilgili?' neyin altını tekrar çizmeliyim? Dediğim gibi 'Çağlayan Adliyesi'nin tek, dayatılmış, ceberrut mekan olarak bize mücadele rutinleri oluşturmaya imkan vermesi. Yani bizim için Çağlayan Akademiye dönüşmesi. İlginçtir, genelde Türkçe dışındaki dillerde Modern Türkiye'ye dair basılan kitapların çoğunun kapağında bir cami, bir bayrak olurdu. Bu sene çıkan 'Turkey's New State in The Making' kitabının kapağında bir baktım Çağlayan Adliyesini kapağa koymuşlar. Derleme kitabın editör ve yazarlarından çoğu da barış akademisyeni zaten. Kapakta Çağlayan, bayraklı caminin yerini almış. Bu devlet erkinin kabul gören temsiliyetine dair bir paradigma değişikliğine de işaret ediyor olabilir. Biz orada envai türlü hakları ihlal edilen Barış Anneleri, yargılanan gazeteciler, sanatçılar, öğrenciler, ve darbe girişimi sonrası masumiyet karineleri ayaklar altına alınan, bir önceki dönemin makbul vatandaşları memurlar, öğretmenlerin duruşmalarına da girdik. Bu dönemi Çağlayan'dan bakarak okumak çok öğretici ve sağaltıcı idi benim için. 'Rejimin bağırsaklarından rejimi okumak' demiştim başka bir yerde. Hukuk teorisi değil hukuk antropolojisinin gözlükleri ile bakılacak bir dönem. Ne kendi mağduriyetlerimize kapanmak veya ne de bu dava sürecini bir arada tutanın heterojen bir grubun attığı bir barış imzası olduğunu unutmamak gibi bir denge götürmek söz konusuydu. Dönemin diğer Çağlayan müdavimleri ile buluşma mecburiyeti veya imkanı, akademinin sterilliğine, kapanmışlığına dair de bir nefes hissettirdi bana. Ama gene de tüm bunlar sanırım yüz yüze bakan, birbirinin yüzünden, sesinden güç bulan, birbirini koruyan, üzerinden iş kaldırmaya çalışan bir ekip oluşmamış olsa, genel inanç ve idealler ile götürülemezdi. Yani kişisel olan politikti! Ekipte aktif olarak üniversitede çalışmaya devam eden, khk'lanmış veya işten çıkarılmış, istifa etmiş, doktora çalışmasına devam eden akademik bir işte çalışmayan dostlar vardı. Biri afiş, biri basın açıklaması, biri sosyal medyası, biri evrak arşivlemesi, biri enformatiği, biri uluslararası ilişkileri, biri avukatlarla, diğer illerle koordinasyonu gibi onlarca parçaya bölünen işleri gelişine göre, dönüşerek, birikim ve meraklara göre yerine getirdi. İş buyurmadan, temsiliyet iddia etmeden, teyit ve istişare ile. Bu benim iyi bir kolektifin insanların içindeki iyiyi nasıl umutvar bir şekilde ortaya çıkarabileceğine dair, toplumsal hareketlerin pratiklerine dair umudumu artırdı. Bu hukuksuz hukuk, bu akılsız baskı, bu absürt kıymetsiz kılınma, itham süreci bizi mesleğimizin payandalarından olan aklilik, iyi, yetkin ve titiz iş, kamusal sorumluluk, fikr-i takip ilkelerinin pratiğe dökmek için birleştirdi. Ekip, var olan dostluklardan, kapalı bir arkadaş grubundan oluşmadı, bu da kemikleşmeyi, içine kapanmayı engelledi diye düşünüyorum. İki avuç insandan çok azı birbirini daha önceden tanıyordu, tanısa bile yüzeysel tanıyordu. İyi işleyen iş dostluk ve dayanışmayı mayaladı. Tersi olmadı.
20:14
Zeynep: Çok teşekkürler Aslı. Özür diliyorum seni biraz acele ettirdim belki ama sunumda soru cevaba da zaman kalsın, izleyicilerden de soru alabilelim diye. Çok teşekkürler. Şimdi Anayasa Mahkemesi’yle ilgili olarak sevgili Reyda ve Berke’ye söz vereceğim. Hukuki bir çerçeveden bakıldığında, Anayasa Mahkemesi kararı ki işte bugün bir nevi yıldönümünü kutladığımız Anayasa Mahkemesi kararı ne diyor? Başvurucuların akademisyen olması nedeniyle diğer ifade özgürlüğüne ilişkin kararlarından Anayasa Mahkemesi farklı bir şey söyledi mi? Bu kararın bu anlamda bir önemi var mı? İfade özgürlüğü ve akademik özgürlük ilişkisini nasıl değerlendiriyor? Söz sizde.
Berke: Ben sorunun ilk kısmıyla başlayayım. Çok kısaca özetlemeye çalışacağım, iki boyutuyla. Öncelikle AYM kararının özü, doğurması gereken hukuki sonuçlar ne? Bunu kısaca yanıtlayacağım. Bir de AYM’nin bu sonuca nasıl ulaştığını. Aslında en temel husus olarak, bu kararın bireysel bir başvuru sonucunda verilmiş olduğu vurgulanmalı. Başvurucular yani imzacılar, imzaladıkları bildiri nedeniyle ceza yargılaması sonucunda yaptırıma maruz bırakılmalarının anayasada güvence altına alınmış olan ifade özgürlüğünü ihlal ettiğini öne sürdüler ve AYM, normalde beklenenden çok daha kısa bir süre içerisinde, kimisi HAGB almış, kimisi hapis cezası almış başvurucuların başvurularını değerlendirdi. Bu değerlendirmesini, bir yandan kendi içtihadı, diğer yandan Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca Türkiye’nin iç hukukunun parçası olan İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi içtihadı çerçevesinde gerçekleştirdi. Bildiri nedeniyle yaptırıma maruz bırakılmalarının, imzacıların ifade özgürlüğünü ihlal ettiği sonucuna ulaştı. Ve karardaki en önemli husus, AYM’nin akademisyenlerin bildiriye imza atmaları nedeniyle maruz kaldıkları her türlü yaptırımın ifade özgürlüğünü ihlal ettiğini vurgulamasıydı. Yani yalnızca ceza yargılamaları açısından değil. Bunu biz kararın 105. paragrafında çok açık olarak görüyoruz. Diyordu ki anayasa mahkemesi, ‘ne kadar ağır olursa olsun, devletin terörle mücadele politikalarını eleştiren görüş ve düşüncelerden dolayı kişilere yaptırım uygulanmamalıdır’. Ama bu kadar açık bir ifadeye rağmen ceza davaları dışında bugüne kadar, bu tespitin etki doğurmamış olduğunu görüyoruz. Aslında bu da belki tartışma kısmında biraz daha açma fırsatımız olur, Türkiye’nin bir hukuk devleti olma vasfından, Anayasa’nın 2. maddesi gereği devletin temel niteliği olan bu vasıftan ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Kararın aslında çok önemli bir özelliği de bu kararın çok tartışma yaratmasına rağmen, kimilerinin ihlal kararını şaşırtıcı bulmasına rağmen, aslında hem AYM’nin kendi içtihadı hem de İnsan Hakları Mahkemesi içtihadı çerçevesinde çok açık bir şekilde ifade özgürlüğü kapsamında olduğunun zaten öngörülebilir olduğuydu. Burada baktığımızda, çok kısaca özetlemek gerekirse zaten AYM’nın ve İHAM’ın ifade özgürlüğüne dair içtihadında öne çıkan temel hususlar, siyasi tartışmalara dair ifade özgürlüğünün kısıtlanmasında devletlerin çok dar bir sınırlandırma payına sahip olduğu, sıradan bir yurttaşa göre devlet organlarına yönelik eleştirilerin çok daha serbest bir şekilde dile getirilebileceği, bir diğer husus, bir metnin bütünün değerlendirilmesi gerektiği, bir diğer husus devletlerin sahip oldukları kamu gücü nedeniyle en ağır eleştiriyi dahi hoşgörüyle karşılaması ve belki de en önemlisi, tekrar tekrar vurgulanması gereken ve Barış Bildirisi kararında da yer alan husus, açıklanan görüşlerin açık ya da yakın bir tehlikeyi somut olarak doğuracağına dair verilerin ortaya konmuş olması. Barış Bildirisi açısından bu hususların hiçbiri gerçekleşmediği için Anayasa Mahkemesi, ifade özgürlüğünün ihlal edildiği sonucuna ulaştı. Ama biraz önce Aslı’nın vurguladığı bir şeyi de hatırlatarak ben konuşmamı sonlandırayım. Aslında bu yargılama süreçlerinin başından itibaren ceza mahkemelerinin hukuki bir hata, bir yorum hatasının ötesine geçerek, tamamen kurgusal, varsayımsal bir temel üzerinde yargılamaları gerçekleştirdiklerini Anayasa Mahkemesi kabul etmek durumunda kaldı. En azından 8 yargıcın yazdığı çoğunluk görüşü aracılığıyla, iddianamelerde yer alan üç temel husus Anayasa Mahkemesi tarafından çürütüldü. Zaten derli toplu bir hukuki değerlendirmede alternatifi de mümkün değildi. Bunlardan ilki bu metnin talimatla yazıldığına dair iddiaydı, bir üst düzey bir PKK yetkilisi tarafından. Ama bu açıdan AYM, başvurucuların ve avukatlarının bütün taleplerine rağmen yargılama süreçlerinde varsayımı aşan bir delil gösterilmediğini tespit etti. İkinci husus, metnin tek taraflı olması, yani yalnızca devleti eleştirmesi ve PKK’yi eleştirmemesine dair mesele açısından Anayasa Mahkemesi, bir örgütün muhatap alınmaması ya da göz ardı edilmesine hukuksal bir sonuç bağlanmasının kamusal tartışmaya katılım olanağını ortadan kaldıran bir etki doğuracağını ve öte yandan bir görüş açıklamasının tek yönlü bir bakış açısını yansıtmasının ifade özgürlüğünü sınırlandırmak için yeterli bir gerekçe olmayacağını belirtti. Ve son olarak, sıklıkla vurgulanan, bu metinle oradaki güvenlik güçlerinin yaptığı operasyonlara karşı bir algı yaratmaya dair ithamlar karşısında da algı yaratılmaya çalışıldığından bahisle bir terör örgütü propagandası yapıldığının kabulünün hukuki bir değerlendirme olmayacağını vurguladı. Metnin bütününün, şiddetin sonlanması ve barış ortamının tesis edilmesini sağlamayı amaçlayan ağırlık taşıdığını da vurgulayarak, bu metnin ifade özgürlüğü kapsamında koruma gördüğünü tespit etti Anayasa Mahkemesi. Benim söyleyeceklerim bu kadar.
27:00
Reyda: Ben de Zübeyde Füsun Üstel ve Diğerleri kararında Anayasa Mahkemesi, ifade özgürlüğü ile akademik özgürlük ilişkisini nasıl kurdu, onu kısaca dile getirmeye çalışacağım. Hukuken kararın ayırıcı özelliklerinden bir tanesi, Anayasa Mahkemesi’nin, ifade özgürlüğünün ihlal edilip edilmediğine ilişkin incelemesinde, başvurucuların akademisyen kimliklerinden kaynaklanan özellikli durumu dikkate alan bir muhakeme yürütmüş olması. Olumlu anlamda şaşırmaya alışık değiliz Türkiye’de, özellikle yargı süreçlerinde. Bu karara giden süreç, kararın verildiği koşullar, karar sonrası karara uymakla yükümlü olan makamların tutumları- belki ikinci turda bunları açmak mümkün olur – bütün bunlar düşünüldüğünde kararın şaşırtıcı bir yönü var. Olumlu anlamda şaşırtıcı bir yönü var. O da Anayasa Mahkemesi’nin incelemesini ifade özgürlüğüne ilişkin içtihadını tekrar ederek sınırlamamış olması, akademik özgürlük tartışmasını hukuki muhakemeye dahil etmiş, hukuki muhakemenin bir parçası haline getirmiş olması. Belirttiğim gibi bu hem akademik özgürlüğe ilişkin politik mücadele anlamında olumlu yönde şaşırtıcı bir tavır hem de hukuki anlamda, hukuki niteliği ve kapsamı son derece tartışmalı olan akademik özgürlüğün Türkiye’de en üst yargı mercii tarafından tanımlanmasına giden yolda da önemli bir gelişme. Dediğim gibi akademik özgürlüğün hukuki niteliği ve kapsamı literatürde tartışmalı ama bu özgürlüğün demokratik toplum ve ifade özgürlüğünün taşıyıcılarından biri olduğu konusunda geniş bir uzlaşı var. Hem literatürde hem akademik özgürlük mücadelesi içinde hem de akademik özgürlüğü tanımlama çabası içinde olan uluslararası metinler kapsamında. Bu çerçevenin giderek ulusal ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi başta olmak üzere uluslararası yargı organları kararlarında da kendine yer bulmaya başladığını görüyoruz. Şaşırtıcı olan, çok zor süreçler içerisinde çıkmış olan bu kararda AYM’nin kendisini akademik özgürlüğe ilişkin bu gelişmenin bir parçası haline getirmiş olması. Kararı bu yönden incelerken neleri öne çıkarmak lazım? Birinci olarak Anayasa Mahkemesi bu kararda akademik özgürlük tartışmasını akademik mesleğin niteliği ve üniversitelerin amaç ve işlevleri çerçevesinde yürütüyor. Yani akademik özgürlüğün belli bir kesime tanınmış bir imtiyaz değil, demokratik toplumun gereği olduğu fikriyle uyumlu bir yaklaşım ortaya koyuyor. Bunun, özellikle Barış İçin Akademisyenler sürecinde bu imtiyaz meselesinin söylemlerde sıklıkla gündeme geldiği bir çerçevede önemli bir cevap niteliğinde olduğu söylenebilir. Ayrıca - yine ikinci turda belki biraz açmamız mümkün olur- devlete sadakat yükümlülüğünün, akademisyenler yönünden ifade özgürlüğünü sınırlandırdığına ya da kamu makamlarına takdir yetkisi sağladığına, onlar açısından takdir yetkisini genişlettiğine ilişkin iddialara da son derece iyi bir argümantasyona dayanan hukuki bir cevap niteliğinde. İkinci olarak, akademik özgürlük demokratik toplumla ilişkisi içerisinde incelenirken, aynı zamanda kararda araştırma ve öğretim özgürlüğünün yanı sıra -bu çok önemli- akademisyenlerin üniversite duvarları dışında ve kendi uzmanlık alanlarına girmese dahi toplumsal ve politik tartışmalarda görüş bildirme ve eylemde bulunma özgürlüğünü içerecek şekilde ele alınıyor. Karardan bir alıntı yapmak gerekirse:
“Üniversitelerin amacı bilimsel araştırma yapmak, bilimsel araştırmalarla toplumsal gelişmeye katkı sağlamak ve nitelikli insan gücü yetiştirmektir. Bu amaçları gerçekleştirmek yalnızca bilim üretmekle ve düşünmeyi ve bilim üretmeyi özendirmekle mümkün değildir. Bunlara ilave olarak düşünce açıklanmasının desteklenmesi de şarttır. Dolayısıyla akademisyenlerin açıkladıkları görüşler kendi araştırma, mesleki uzmanlık ve yeterlilik alanlarına ilişkin olmasa, tartışmalı olsa veya rağbet görmese dahi ifade özgürlüğünün sıkı koruması altında kalmaktadır.” (§ 111)
Bununla bağlantılı olarak akademisyenlerin ifade özgürlüklerini kullanmaları nedeniyle ceza yaptırımıyla karşılaşmalarının toplum üzerindeki caydırıcı etkisinin ağırlığı da basın özgürlüğüne ilişkin kararlarına atıfla tartışılıyor Anayasa Mahkemesi tarafından. Mahkeme’nin, akademik özgürlükle basın özgürlüğü arasında bir ilişki kurmuş, demokratik toplumla ilişki bağlamında bu iki özgürlük arasında bir benzerlik görmüş olması son derece önemli bir gelişme. Çünkü ifade özgürlüğüne ilişkin hem Anayasa Mahkemesi hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yerleşik içtihadı, ifade özgürlüğünü yalnızca bireylerin düşüncelerini özgürce açıklayabilmeleri üzerinden okumuyor, bu özgürlüğün aynı zamanda kamuoyunun farklı görüşlere erişebilmesini ve kamusal tartışma zeminini de güvence altına aldığını ortaya koyuyor. Dolayısıyla da bu yerleşik içtihat bize, kamusal tartışmaya yani demokratik topluma katkıda bulunan işleve sahip alanlara özellikli bu bakışla yaklaşılması gerektiğini söylüyor. Basın özgürlüğü, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi içtihadında bu alanlardan biri olarak kabul edildiğinden, özellikli olarak yaklaşılan bir alan. Anayasa Mahkemesi’nin Zübeyde Füsun Üstel ve Diğerleri kararında akademik özgürlüğü de bu alanlardan biri olarak ortaya koyması, yani özgür basın gibi özgür akademinin de kamusal tartışmanın yani demokratik toplumun devamını sağlayan alanlardan biri olduğunu söylemesi, akademik özgürlük mücadelesi anlamında çok önemli bir kazanım. Dolayısıyla da toplum üzerindeki caydırıcı etki meselesinin akademik özgürlüğün bu yönü ve demokratik toplumla bu ilişkisi bağlamında tartışılmış olması, dediğim gibi olumlu yönde şaşırtıcı ve en azından önümüzdeki mücadele sürecinde hukuki anlamda araç çantamızda yer alabilecek bir yaklaşım.
33:47
Zeynep: Çok teşekkür ediyorum. Benim bugün moderatör olarak sevgili konuşmacılara ne yazık ki böyle bir misyonum var, süreyi hatırlatma şeklinde. Tekrar özür diyorum. Şimdi sözü Esra’ya vereceğim. Ancak öncesinde bu webinar’ın ilanında yer alan sevgili Hülya Dinçer, hem BAK Hukuk hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve AYM süreçlerinde yine Barış için Akademisyenler’in mücadelesine çok emeği geçen arkadaşımızın ismi vardı. Ancak şu anda burada görmüyorsunuz çünkü sevgili Hülya ufak bir sağlık sorunu yaşadığı için bu akşam aramızda değil. Buradan sevgilerimizi ve geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz Hülya’ya… Esra, senin yanıtlaman ricasıyla sorularımız şöyle; AİHM'e yaptığımız bireysel başvuruda ileri sürdüğümüz iddialar nelerdi; hangi haklarımızın ihlal edildiğini ileri sürdük, hukuki dayanaklarımız nelerdi? Başvuru sonrası süreç nasıl ilerledi? AİHM'in KHK ile ihraçlar üzerine önüne gelen başvurularda tavrı ne yönde ve imzacılar açısından tutumu ne oldu? Sevgili Esra söz sende.
Esra: Merhaba, Öncelikle emeği geçen herkese böyle bir online buluşma imkanı sağladıkları için çok teşekkürler. Ben bu soruya vereceğim cevaba bir parantez açarak başlamak istiyorum. İhraç edilen Barış Bildirisi imzacıları, AİHM başvurularını, eş zamanlı olarak ve koordinasyon içinde yapmadılar. Çünkü bildiğiniz gibi ihraçlar tek bir kanun hükmünde kararname ile gerçekleşmedi; belirli aralıklarla çıkan ayrı kanun hükmünde kararnamelerle gerçekleşti. Bu yüzden de herkesin AİHM’e başvurmak için dikkate alması gereken süre farklı tarihlerden başladı. Belki bundan da önemlisi, biz ne yazık ki ceza davaları için gösterebildiğimiz dayanışmayı ihraçlarla ilgili AİHM başvuruları ya da genel olarak ihraç edilen Barış Bildirisi imzacılarının diğer davaları ile ilgili olarak gösteremedik, bu konuda koordinasyon içinde hareket etmeyi başaramadık. Bu yüzden de kimlerin ya da hangi üniversite gruplarının AİHM’e başvuru yaptıklarını ve yaptılarsa tam olarak hangi hukuki argümanlarla başvuru yaptıklarını tam olarak bilmiyoruz. Fakat birçok üniversitenin takip ettiğini bildiğimiz başvuruya emek veren bir grup akademisyen oldu: Nisan Kuyucu, İnci Solak Akman, Tuğba Öcal, Kerem Altıparmak, Yaman Akdeniz. Benim takip edebildiği birçok başvuruda onların hazırladığı taslak esas alındı. Bu nedenle de başvurular arasında bazı farklılıklar olabilir ama ana hatlarıyla bütün başvurularda bir ortaklık sağlanmıştır diye diye tahmin ediyorum. Şimdi benim hakkında konuşacağım AİHM başvuruları da bu taslaktan esinlenerek hazırlanmış, özellikle de Marmara Üniversitesi ve Yıldız Üniversitesi’nden ihraç edilen imzacılar için yapılan başvurular. Öncelikle biz bu başvurularda neleri öne sürdük? İlk olarak ileri sürdüğümüz argüman, iç hukuk yollarının etkisiz olması. Çünkü AİHM’e başvuru yapabilmek için uymak gereken bazı kriterler var ve bunlardan bir tanesi de iç hukuktaki hukuk yollarının tüketilmiş olması ve buna rağmen ihlalin giderilmemiş olması. İhraçlar örneğinde, bildiğiniz gibi, başlangıçta etkili olmayı bırakın hiçbir hukuk yolu yoktu. İdare mahkemeleri arka arkaya açılan davaları esasına girmeksizin reddetmişti. Anayasa yargısı, OHAL KHK’leri yürütme eliyle hazırlanmış bile olsa, yasama niteliğinde bir işlem niteliğinde kabul edildiği için ve Anayasa yargısı da yasama niteliğindeki işlemlerin denetimine kapalı olduğu için başvurulabilecek bir yol değildi. Daha sonradan Avrupa Konseyi’nin tavsiyeleri üzerine OHAL Komisyonu kuruldu ve KHK’lerle yapılan bazı işlemlerin yargısal denetimi için bir usul oluşturuldu. Bizim de başvurularımızda asıl olarak etkisizliğini ileri sürmeye çalıştığımız hukuk yolu, OHAL Komisyonuna yapılacak başvurulara ilişkin oldu: Başvurularımızda Barış Bildirisi imzacıları bakımından bu yolun özellikle etkili olamayacağını ileri sürdük. Başvuru metinlerinin önemli bir kısmını bu argümanın dayanaklarını açıklamak oluşturuyor. OHAL Komisyonunun etkisizliğini iki eksende gerekçelendirdik. Öncelikle genel olarak, ihraç edilen bütün kamu görevlileri bakımından OHAL Komisyonuna başvuru usulünün etkisiz olduğunu gösteren şeylere odaklandık. Bunlardan bir tanesi, OHAL Komisyonunun yapısı ve çalışma usullerine ilişkin düzenlemelerdi. Daha çalışmaya başlamasına gerek olmaksızın zaten çalışma usullerinden, üyelerinin atanma biçimlerinden, sadece yedi kişilik bir komisyonun yüz binin üzerinde başvuruyu iki yıl gibi bir süre içerisinde incelemesi zorunluluğundan açıkça ortaya çıkan bir etkisizlik vardı. İkinci olarak, Komisyonun imzacılar bakımından bazı özel nedenlerle de etkili olamayacağını ileri sürdük. Bu da şundan kaynaklanıyor: Birincisi, ihraç edilen birçok kamu görevlisinin aksine Barış Bildirisi imzacıları ihraç edildiklerinde neden ihraç edildiklerini biliyorlardı. Kanun hükmünde kararnameler ile ihraç edilmelerinin hangi eylemlerinin sonucu olduğunu biliyorlardı. Bu eylem, Barış Bildirisi’ne imza atmaktı. İmzacılar, Barış Bildirisi’ne imza attıkları ve bu metin aracılığıyla devlete yönelttikleri eleştirilerden dolayı ihraç yoluyla cezalandırıldılar. Bu nedenle de ihraç edilmeleri ifade özgürlüklerinin ihlal edilmesi anlamına geliyor. OHAL Komisyonu ise, bu tür şikayetleri – yani bir hak ihlali şikayetini – incelemeye yetkili değil. Bununla beraber AİHM içtihadı doğrultusunda ifade özgürlüğünün ihlali durumunda etkili bir hukuk yolundan bahsedebilmek için, bu ihlalin devlet tarafından kabul edilmesi ve uygun bir giderimin sağlanması gerekiyor. Dolayısıyla buna dayanarak imzacılar özelinde ayrı bir etkisizlik gerekçesi ileri sürdük ve AİHM’den imzacılar bakımından OHAL Komisyonu’nun etkili bir hukuk yolu olarak kabul edilmemesini ve başvurularımızın bu yolun tüketilmesi beklenmeden esas bakımından incelenmesini istedik. Bu aslında sadece imzacılar için olumlu bir şey olmazdı. Böyle bir şey olabilseydi, en azından iç hukuk yolarının tüketilmesini bekleyen diğer kamu görevlileri için de AİHM’den örnek olarak kullanılabilecek bir karar elde etmiş olurduk. Fakat üç yıl geçti, henüz AİHM’den bir şey duymadık. Bunun dışında başvurularımızda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) düzenlenen bir dizi hakkın ihlal edildiğini ileri sürdük. Bunların da ilki ifade özgürlüğü elbette, ayrıntılarına girmeyeceğim. İkinci olarak özel yaşam hakkımızın ihlal edildiğini ileri sürdük. Çünkü mesleki yaşam, AİHM içtihadında özel yaşamın bir parçası olarak görülüyor. İhraçların yol açtığı bir diğer ihlal ise adil yargılanma hakkı ihlalleri oldu. İhraçlar, adil yargılanma hakkı başlığı altında korunan çeşitli hakların ihlali suretiyle gerçekleştirildi. Örneğin, dinlenme hakkı, savunma hakkı, silahlarda eşitlik gibi, adil yargılanma hakkının kapsamında korunan birçok hak ihlal edilerek ihraç edildik. Belki hepsinden önemlisi şu ki, herhangi bir yargılama yapılmaksızın ceza niteliğindeki bir yaptırıma maruz bırakıldığımız için de adil yargılanmanın bir bütün olarak ihlal edildiğini ileri sürdük. Bunun haricinde AİHM’in son dönemlerde Türkiye bakımından da kullanmaya başladığı bir madde var, AİHS’in 18. maddesi. Bu maddeye göre, AİHS’in izin verdiği sınırlamaların izin verildiği amaç dışında kullanılması yasağı var. Biz de bu 18. madde etrafında aslında Barış Bildirisi imzacılarının hükümete yönelik eleştirilerinden dolayı cezalandırılma amacıyla ihraç edildiklerini ve dolayısıyla bunun da AİHS’deki bu yasağı ihlal ettiğini ileri sürdük. Bunların haricinde bu kadar merkezi ağırlıkta olmayan başka ihlal iddialarında da bulunduk. Fakat son olarak belirtmek gerekir ki, AİHS’in 46. maddesinde düzenlenen ve kararların icrasını düzenleyen maddesi etrafında, AİHM’in sadece haklarımızın ihlal edildiğini tespit etmekle sınırlı kalmayıp aynı zamanda göreve iade yönünde karar almasını talep ettik. Bu çok istisnai bir şey. AİHM genelde ihlalleri tespit ediyor ve bir ihlal kararının gereğinin nasıl yerine getirileceğini devletlerin takdirine bırakıyor. Fakat biz bu istisnayı harekete geçirip 46. madde uyarınca göreve iadelere hükmetmesini talep ettik. Peki bu başvurularımız neticesinde AİHM’in tavrı ne oldu? Üç yıllık bir sessizlik oldu aslında. Fakat burada önemli bir noktanın altını çizmek gerek. AİHM ihraçlarına karşı önüne taşınmış olan başvuruları, OHAL Komisyonunun kurulması üzerine düşürdü. Daha doğrusu böyle yaptığına ilişkin haberler okuduk. Bu haberler, OHAL Komisyonuna başvuru yolunun tüketilmesi gereken bir iç hukuk yolu olduğu gerekçesiyle OHAL sırasında çıkarılan KHK’ler ile ihraç edilmiş bir kamu görevlisine ilişkin başvuru bakımından kabul edilmezlik kararı vermesinin peşinden geldi (bkz. Köksal – Türkiye kabul edilmezlik kararı). Ne var ki Barış Bildirisi imzacılarının çoğunun başvuruları düşürülmedi (bazılarınınkinin hatayla düşürüldüğünü tahmin ediyoruz). AİHM’in önünde duruyor. Dolayısıyla aslında bizim bu davanın kendine özgü niteliklerine dair yaptığımız vurgunun aslında bir karşılığı olduğunu söyleyebiliriz, her ne kadar bu bizim istediğimiz biçimde bir karşılık olmasa bile. Başvurularımız düşürülmedi ve kenarda bekletiliyor. Ama tabi işleme de konmadı, herhangi bir şey yapılmadı bu zamana kadar.
46:12
Zeynep: Esra çok teşekkürler. Bu arada zannediyorum ben Esra’ya söz verdiğim sırada bağlantımda bir kopukluk oldu ama soru ümit ediyorum ki duyuldu ki Esra cevap verdi. Tekrardan ben de aranıza döndüm. Şimdi Özgür Bozdoğan hoca ile birlikte İLO önündeki hem Türkiye’deki emekçilerin hem de Barış için Akademisyenler’in mücadelesine dönmek istiyoruz. Özgür hocam uluslararası kamuoyu özellikle Eğitim Enternasyonali, ETUCE ve ILO, Barış Akademisyenleri’ne dönük uygulamaları, gözaltıları, tutuklamaları ve açılan davaları nasıl değerlendirdi? Sadece bireysel hak ihlali düzleminde mi yaklaşıldı soruna yoksa daha büyük bir fotoğrafın parçası olarak mı görüldü? Eğitim Sen’den ILO önündeki bu süreci takip eden kişi olarak bize neler söylemek istersiniz? Söz sizde.
Özgür: İyi akşamlar. Tüm izleyenlere de iyi akşamlar dilerim. Önce şunu ifade etmek gerekiyor. Sanırım barış imzacısı arkadaşların yaşadığı sorun ve mağduriyetlerin kendisi tek başına hukuki düzlemde algılanacak ve tek başına hukuki süreçlerle çözülebilecek bir sorun değildi. Biz de başından bu yana zaten yaşananları Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu sürecin bir parçası olarak değerlendirdik. Ve özellikle akademiye dönük müdahalelerde sadece Barış İmzacıları ile sınırlı değildi. Bu çok önemli bir adımdı. Gerçekten çok belirleyici bir adımdı ama hala örneğin bu ay bile daha akademiye dönük müdahalelerin devam ettiği, bu alanın iktidarın kendi hegemonyasını kurmak için belirlediği temel alanlardan biri olduğu ve bunun içinde sürekli bir faaliyet içerisinde olduğunun olduğunun farkındayız. Ondan dolayı da Barış Akademisyenleri’nin yaşadığı sorunun kendisini o büyük fotoğrafın içerisinde anlamlandırmaya çalıştık. İktidarın kurmaya çalıştığı hegemonyanın önünde engel olarak gördüğü bir kesimin üzerinde oluşturacağı baskıyla toplunun geneline çok ciddi bir mesaj vermeye çalıştığının farkındayız. O anlamda da yürütülecek mücadelenin hukuksal boyutu kuşkusuz çok önemliydi. Uluslararası kamuoyunda yaşananları anlatmak çok önemliydi. Türkiye’deki iç kamuoyuna da bu sorunu anlatmak ve iç kamuoyu içinde bu sorunun görünür hale gelmesini sağlamak bizim açımızdan çok önemliydi. Burada esasında bir biçimiyle bir karşı hegemonya inşa etmeye çalıştık. Yapmaya çalıştığımız buydu. O anlamıyla da Eğitim Sen’in üyesi olduğu Eğitim Enternasyonali ve Eğitim Enternasyonali’nin Avrupa’daki sendikalardan oluşan komisyonu ETUCE içerisinde yüksek eğitim, yüksek öğretim ve araştırmacıların bulunduğu HERSC komitesinde ciddi şekilde bu konunun gündeme gelmesini sağlamaya çalıştık. Esasında da burada kısmi olarak başarılı olduk diyebilirim. Aslı hocamın da ifade ettiği gibi davalar başlamadan önce bir kamuoyu oluşturma çabamız vardı. Uluslararası topluma bu konuyu anlatma arayışımız vardı. Yanlış hatırlamıyorsam İstanbul Tabip Odası’nda düzenlediğimiz bir etkinlikte, bir basın toplantısı ve arkasından bir panelle uluslararası katılımcılarla bunu başlattık. Arkasından Eğitim Sen olarak 6-7 Mart 2019 tarihinde düzenlediğimiz bir uluslararası sempozyumu gerçekleştirdik. Bu uluslararası sempozyuma Eğitim Enternasyonali Genel Sekreteri ETUCE Avrupa Direktörü ile birlikte Amerika, Almanca, İngiltere, Belçika, Fransa çok sayıda ülkeden katılımcı vardı. Burada da konuyu yeniden değerlendirdik ve aynı gün yani 6 Mart akşamı, ILO Türkiye ofisiyle bir toplantı gerçekleştirdik. ILO Türkiye ofisiyle yaptığımız görüşmede de esasında ILO yetkililerinin de bu konuda çok fazla ellerinden bir şey gelmediğini, çaresiz bir şekilde süreci izlediklerini gördük. Tabi burada şu ayrımı ortaya koymak gerekiyor. Eğitim Enternasyonali ve ETUCE sendikaların kurmuş olduğu, sendikaların üst örgütleri. ILO ise üçlü sistemde çalışan, yani işveren, çalışanlar ve hükümet temsilcilerinin bulunduğu, üçlü bir sistemde çalışan, çok daha karmaşık bir yapıya sahip bir organizasyon. Ondan dolayı da yaşanan hak ihlallerinin ILO’nun gündemine gelmesi ve olması gerektiği gibi tartışılması bizim açımızdan çok önemliydi. 6-7 Mart toplantılarından sonra Eğitim Enternasyonali ile yaptığımız görüşmeler sonucunda 2019 yılındaki ILO konferansına, 10-21 Haziran tarihleri arasında Cenevre’de gerçekleşen 100. Yıl konferansına Eğitim Sen’in de katılması fikri oluştu. Eğitim Sen o konferansta Eğitim Enternasyonali’ni temsil etti. Eğitim Sen orada tüm dünyadaki eğitim ve yüksek öğretim sendikalarını temsilen, ILO da Eğitim Enternasyonali’nin sözcüsü olarak yer aldı. ILO’nun 100. Yıl konferansında Türkiye 87 sayılı sözleşmeden denetime tabi tutuldu bu konferansta. ILO’nun 87 sayılı “Sendika özgürlüğü ve sendikalaşma hakkının ihlaliyle ilgili sözleşmeye” dönük olarak bizim bir yıl öncesinden hazırlamış olduğumuz ana rapor ve arada verdiğimiz ara raporlar da vardı. Bu göndermiş olduğumuz raporlar ILO standartları izleme komitesi tarafından hazırlanan birleştirilmiş raporun içerisine girdi ve Türkiye 87 sayılı ILO sözleşmesinin ihlal iddialarından kaynaklı “kara liste” adı verilen listede yer aldı. Bu listede hangi sözleşmeden o sene denetim yapılıyorsa o sözleşemeye göre en kötü durumda bulunan 10 ülke en alttaki listede görünüyor. Bizim göndermiş olduğumuz rapor, KESK’in göndermiş olduğu rapor ve DİSK’in göndermiş olduğu rapor, burada belirleyici oldu. 10-21 Haziran 2019 tarihleri arasında Cenevre’de gerçekten ILO toplantılarında oldukça çetin müzakereler oldu diyebilirim. Örneğin 11 Haziran tarihinde çalışanlar toplantısı yapıldı. 12 Haziran’da standartları izleme toplantısı öncesinde çalışanlar temsilcileri olarak bir araya gelindi. ILO nezdinde çalışan dediğinizde Türk-İş, Hak-İş, Memur Sen, bunlar da çalışan temsilcisi olarak kabul ediliyor; KESK, DİSK de kabul ediliyor. O gün yaptığımız çalışanlar toplantısında KESK ve DİSK, Türk-İş, Hak-İş ve Kamu Sen ve bizde o toplantıda hazırdık. 11 Haziran toplantısında çalışanların temsilcileri olarak 12 Haziran toplantısına hazırlık yaptık. 12 Haziran tarihinde, Standartları İzleme Komitesi toplantısında gerçekten bizim açımızdan dönüm noktası olan bir toplantı gerçekleşti. Standartları İzleme Komitesi Başkanı tarafından açılış yapıldıktan sonra hükümet tarafına söz verildi. Türkiye hükümetini bir profesör temsil ediyordu ve kendisi elinden geldiğince eleştirilere yanıt vermeye çalıştı. Gerçekten eleştiriler çok ciddi eleştirilerdi. Bu toplantıda Barış Akademisyenlerinin yaşadığı mağduriyetler, KHK’lerle yaşanan ihraçlar, sendikaların önündeki engeller, toplu sözleşmenin artık yapılamaz hale gelen bir mekanizmaya dönüşmüş olması, toplu sözleşmede yaşanan eşitsizlikler, kamu görevlilerinin yaşamış olduğu toplu sözleşme süreçleri gibi birçok konuyu gündeme getirdik. Orada ITUC yani Dünya Sendikalar Konfederasyonu adına KESK konuştu, Eğitim Enternasyonali adına Eğitim Sen konuştu ve oradaki sorunu esasında bütün boyutlarıyla dünya kamuoyunun gündemine taşımış olduk diyebiliriz. Bu tartışmalar sonucunda ILO Standartları İzleme Komitesi 24 maddelik bir öneriler, tavsiyeler, yapılması gerekenler listesi hazırlıyarak uygulanması için siyasi iktidara verme kararı aldı. Bu 24 maddelik yapılması gerekenler listesi içerisinde bizim açımızdan en önemlisi Kasım 2020 tarihine kadar savunma alınmadan yapılan idari işlemlerin, savunma yapılmadan çalışanlara dönük ihraç başta olmak üzere, telafi edilmesine dönük bir yol haritası istendi. Orada çalışanlar tarafından önerilen tek bir madde kabul edilmedi. Orada kararın çıkması için bir üçlü saç ayağından en az iki tanesinin net olarak kararda evet oyu vermesi gerekiyor.
Son olarak şunu söyleyeyim ben, çok uzatmadan bu bölümde. Özellikle burada Barış Akademisyenleri’nin yaşamış olduğu mağduriyeti ve bu yaşananların unutulmaması için tabi farklı girişimlerimiz oldu. Özellikle az önce size sözünü ettiğim 6-7 Mart 2019 tarihinde yapmış olduğumuz Ankara’da gerçekleştirdiğimiz Uluslararası Sendikal Haklar ve Özgürlükler sempozyumunun bir oturumu yüksek öğretim ve Barış Akademisyenleri ile ilgiliydi. Bu oturumun sonunda Fransa’dan SNESUP-FSU sendikasının çağrısıyla yine aynı yılın Haziran ayı içerisinde Paris’te bir toplantı gerçekleştirdik. Gerçekleştirdiğimiz toplantı sonucunda 10 Şubat tarihini Dünya Akademik Özgürlükler günü olarak kutlanması ya da bir biçimiyle yaşama geçirilmesi, bir farkındalık yaratılmasına dönük çalışma yapılmasına dönük bir uzlaşı oldu, bir fikir ortaya çıktı. Bugünün seçilmesinin nedeni, 10 Şubat’ta Ankara Üniversitesi’nde siyasalda yaşanan kitlesel ihraçlardan bir gün sonra yapılan basın açıklamaları sırasında hocaların cübbelerinin yerlerde çiğnendiği gündü. O fotoğrafın anımsandığını düşünüyorum. Bugünün uluslararası kalıcı bir gün olması be ve farkındalık oluşması için Eğitim Enternasyonali ve ETUCE bünyesinde çalışmalarımız ve görüşmelerimiz devam etmekte.
56:44
Zeynep: Özgür hocam çok teşekkür ediyoruz. ILO süreci gerçekten üzerine eğilmemiz gereken önemli bir süreç. Bizler aynı zamanda bir çoğumuz Eğitim Sen’liyiz. Burada da bazı sendikalara üyeliğimiz devam ediyor. Bu anlamda da uluslararası dayanışma içerisinde de yapılabilecek şeyleri yakından takip etmemiz, sizden dinlediğimiz kadarıyla gerçekten önemli. Şimdi ben tekrardan Aslı Odman’a söz vermek istiyorum. Biraz Barış için Akademisyenler’in birtakım güçlüklerle zorluklarla da olsa yarattığı dayanışmanın genel olarak, sen de söylemiştin artık Türkiye’de bir Çağlayan imgesi var, aslında mücadelelerin devam ettiği diye. Ben Orhan Gazi Ertekin’in bir yazısında okumuştum. Barış İçin Akademisyenler için gerçek bir sivil toplum grubu bir hukuk hareketi yaratmış durumdalar diye değerlendiriyordu Ertekin. Bu davalarda dikkat ederseniz hukuk hareketinin varlığı bazen avukatların varlığının bile önüne geçmiş durumda ve eğer ileride bir yeni hukuk imkanı doğacaksa, Barış Akademisyenleri hukuk hareketinin önemli katkıları olacaktır buna diye değerlendirmiş. Bir yandan bizim Çağlayan mesaimiz söylediğin gibi giderek azalıyor beraat edenlerle birlikte. Ancak Ertekin’in bu değerlendirmesine katılır mısın ve Çağlayan sürecinde ve sonrasında yan yana düştüğümüz, bir nevi Çağlayandaş olduğumuz mücadeleleri de hatırlayarak ileriye dönük olarak önümüzdeki dönem için neler söylemek istersin Aslı?
59:05
Aslı: Bu gerçekten beraber konuşmamız gereken bir konu. Başlarken şunu söyledim, bu webinar serisinin değindiği diğer alanlardaki mücadeleler, iş, özgürlük ve demokrasi mücadelesi, hukuk veya 'hukukla mücadeleden' çok daha karmaşık alanlar. Hukukun sınırları, hukuk aracı ile saldıran iktidar erki tarafından belirlenmiş, tepkiselliği içerisinde dayanışmayı oluşturabileceğimiz tanımı çok daha belli bir alan oluşturdu. Hukukun formalizmi, süre, usul, mekan dayatmaları bu mücadelenin çerçevesini oluşturarak bir belirlilik sağladı. Sürekli tüm bu sürecin, hukuk-dışı olduğunu, hukuki olmadığını ifade ettik süreçte. Öyleydi de, ama bu durum mücadeleye belirli bir çerçeve vermesinin önüne geçmedi. Belki de tam tersi. Bu çerçeveyi bu hukuk-dışı, keyfi, siyasi içeriğin sarındığı formel hukuk kisvesi verdi. Evet, keyfi, siyasi bir muktedir kanaatler, granitler, yargı personelleri ve kolluk kuvvetleri bütünü bize üzerinde tartışma gerektirmeyen mücadele çerçevesini sundular. Kafka’nın Şato’sunun bu kadar baskın, baskıcı, her yerde olmasının nedeni, romanın kahramanının fiziksel olarak hep oraya ulaşmaya çalışması ve ulaşamamasıdır ya. Biz de o erişilemez, ulaşılamaz soyut adaletten çok, fiziksel olarak Şato'nun gölgesi olan, granit bir şatoya benzeyen Çağlayan'ın labirentlerinde olmayı, yan yana durmayı, kimsenin yalnız kalmayacağı bir akış kurmayı önemsemişiz.
Ertekin'in yazdıklarını okudum, evet, bu belirlilik içinde oluşmuş olana ise 'hukuk hareketi' diyebilir miyiz, bilmiyorum. Tam emin olamıyorum bundan. Hareket bana daha spontane, daha ucu açık, şeklini daha çok kendi dinamikleriyle bulan, talepler içeren, uzun vadeli bir durumu hatırlatıyor. Barış Akademisyenleri dava takip süreci, tepkiselliği, tanımlılığı ve saldırıya karşı korumaya verdiği önem ile 'hareket' ismini almaya uygun mu, bilemiyorum. Hele ki çekirdek bir gönüllü ekibin deneyimleri içinden bakarken bunu görebilmem daha zor sanırım. Dediğim gibi, gücünü mekânsal fiziki bir arada olmaktan, karşısından gelen saldırıları püskürtmekten alıyordu. Sürecin sadece bu kısmı için söylüyorum. Tabi pek çok şey daha çok taze. Buradan çıkacak hareketlenmelerde kıvılcım rolü oynayacak bazı ilişkiler, içerikler de oluşmuş olabilir. Küçümsemek için söylemiyorum. AYM'nin ifade özgürlüğü lehine kararını sanırım çok azımız bekliyorduk. Nereye gideceği bilinmeyen, ağırlıkla kara ve kötümser bir tablo içinde, organize bir duruşun özneleri olarak risk alarak, herhangi bir örgütlenmeye sırtını dayamadan, bir hiyerarşi içinde bir üst amaca yönelik taltif almadan, temsiliyet iddia etmeden ve bunun dilini bulmaya çalışarak, faydacı, pragmatik, kariyerist dünya anlayışında bir getirisi olmadan, işin getirdiği bir pratik bir etik gözetilmeye çabalanarak yapılanların yapılmış olmasını çok kıymetli buluyorum. Herkesin bir biri ile dayanışmasını kolaylaştırılacak, iktidarın bölüp yönetme, ezip şekillendirmesine karşı pratikler örmeye çalışmış, herkese aynı mesafede konumlanmaya çalışılmış olması çok kıymetli. Yani 'haklıyız, kazanacağız' kesinliği olmadan, bu şiarı telaffuz etmeden, slogan olarak da atmadan. Bakın bir sene geçti Barış Akademisyenleri açısından olumlu bir karar olan AYM kararının üstünden. Türkiye'de barış ve demokrasi adına çok daha kötüye gidiş var. Genelde işler daha da sarpa sardı. Daha da karardı. Bu deneyimler o yüzden de kıymetli. Sonrasındaki iyice delik deşik, hatta pandemi yüzünden izole hayatımıza belli sosyal birikimlerle, deneyimlerle giriyoruz. Bu arayışların hanesine yazıldı bence Bak Dava Koordinasyonun emekleri.
‘Asla yalnız yürümeyeceksin’ diyebilmek ve bunun pratiğini, lojistiğini kurmaya çalışmak bu işte. Bu BAK'ı aşan bir öncelik. Bir ilke. Şimdi geriye bakınca BAK Hukuk, BAK Dayanışma, BAK Destek, BAK Uluslararası, BAK Doktora Öğrencileri Dayanışma, BAK Dava Koordinasyon gibi süreçte oluşan dayanışmalarda emek verenler, gönüllülerin kolektif davranabilen, ego kurgular yerine yatay örgütlenmelere meyleden, dayanışabilen, elini taşın altına koyan, yalnızca sözün değil taşın da somut işin de altına elini koyan 'çalışkan' ve anonim kalan insanlar olduğunu düşünüyorum. Akademideki, bilim dünyasındaki varlıklarının da akademinin manasını, toplumsal faydayı, pratikleri içindeyken sorgularken oluştuğunu gözlemliyorum. Yani sıfırdan böyle koordinasyonları kurmak, bunlara insan 'atamak', 'bulmak', 'istihdam' etmek mümkün değil. Bu konjonktürde bu pratik ve etik yaklaşımı benzer olanların birbirini bulmuş olması belirleyici idi. Arka planda beslenilen, bu niteliklerin geliştiği alanlar da var; yani feminist mücadele olabilir, emek alanı, insan hakları mücadeleleri, Kürt meselesi, çevre mücadeleleri, şehir hakkı ile ilgili mücadeleler, hayvan hakkı, eğitim, halk sağlığı hakları...Çoğu zaman bunlardan bir kaçı bir arada. Yani sadece akademide varlık gösterilmiş de olabilir, ama bakıyorsun gönüllü arkadaşa, oturmuş ne bileyim, alternatif bir iktisat eğitimi ama bunun örgütlenmesi, müfredatın değişmesi için elini taşın altına almış. Yani bir şeyin yalnızca akademide bugün sık gördüğümüz gibi lafını, kavramını geçirmek, yazmak, tasnif etmek, bir şey hakkında yayın yapmak için temsil etmek için değil, temsil ettiğini iddia ettiği şey, şeyler üzerinden bir paye elde etmek için değil, uğraştığı meselede bir dönüşüm yaratmak, bir fayda yaratmak için elini taşın altına koymak potansiyeli olanların bir birini bulduğunu düşünüyorum. Biraz sahnede olmak ile, kuliste olmak, salonda olmak ile mutfakta olmak arasındaki fark bu bence. Bence kulis ve mutfak, bu koordinasyonun harcı idi.
Çağlayan'a 'yolu düşürülenlerle' planlı ve plansız karşılaşmalar da birlikteliğin oluşmasında etkili oldu kesinlikle. Tutuklu gazeteciler, milletvekilleri, öğrenci, kadın cinayetleri, ekoloji, emek, hayvan davaları, yargısız infaza varan darbe girişimi davaları...O suni olarak havalandırılmış, ağır sunta ahşap kaplamalı, pırıltılı cüppeli, penceresiz ağır ceza mahkemelerinde hak ihlallerinin, adaletsizliklerin izine veya bizzat kendisine şahit olmak yoğun bir okul oldu benim için. Duruşmalar çoğu zaman düzensiz yerleştirilmiş oluyordu, sabah granit saraya girip akşam çıkıldığı oluyordu. Planlayarak dayanışmaya gittiğimiz duruşmalar dışında, pek çok başka ağır ceza davasına da girdik. Bizim yargılandığımız mahkemelerin çoğu 30 ve üstü ağır ceza mahkemeleri idi. Bunlar 15 Temmuz'dan sonra kurulmuş, özellikle darbe girişimi davalarına bakmak için genişletilmiş mahkemeler. Hani bir yere yürürken amaçlamadığınız kesişimler olur, yola anlam veriri, bir arada ve birikimlerimiz için bu kesişmeler de önemliydi.
Artık bu tepkisellik, geçicilik yerine, Barış Akademisyenleri tarafından süreçte kurulan dernek, kooperatif ve sair oluşumlara yerini bıraktı, KODA, Eskişehir Okulu, ADA, İDA, TİHV Akademi, BiraraDA, Kampüssüzler, Kültürhane, İnsan Hakları Okulu, OffUniversity... Artık bunlar mağduriyet ve risk karşısında ortaklığı aşan kendi iç dinamikleri olan yapılar. 'Bir ortak imzanın' çıktısı değiller yani. Ertekin'in in 'sosyal hareket' olma tespitinin tutarlılığını belki daha fazla burada uygulamalı sormak lazım. Bu örgütlenmeler özellikle akademide, akademik, veya bilimsel iş yapmayı yenileyebilen, aynı zamanda yıkıcı ve kurucu hareketler olabilirler mi? Bu imkanı taşıdıkları kesin.
Akademiden bazen uzağa, bazen tam tersine düşen, hatta akademik kurumsallık, ilişkilenme şekilleri ve faaliyetler tarafından görünmez kılınan yakıcı gündemler, toplumsal sorun alanları ile bilginin yeni bir ilişkilenmesi, mümkün mü? Yani gündemleştirmeyi çoğu zaman beceremediğimiz ve o eğri büğrü akademisist, kariyerist formlara sokulmuş olan hayat, anlam ve aktörleri ile yeni bir ilişkilenme. Buna dair uçucu tohumları Çağlayan Akademisinde, yani dava koordinasyonun o kısacık pratiğinde de görüyorum esasında. Barış akademisyenlerinin yaşadığı hak ihlalleri, toplumun bütününde bir yerlere konumlandı çoğu pratikte, o bütün içinde anlamlandırılmaya çalışıldı: İlişkilenmelerde, basın açıklamalarında, mülakatlarda...Mağduriyetlerimizi rölative etmeye de yarıyor bence bu, bir ayna veya bir vitrin rolü vermek bu davaya, bir kamusal fayda yaklaşımı...Sanırım devletin bizi 'terörist', 'hain', 'içteki düşman' olarak adlandırma gücünü azaltan bir yanı var bunun. Bu tanımlama tekeli ile sürekli bizi izole etmeye, bölmeye çalışırken, biz mesleğimizi icra ederken edindiğimiz becerilerle süreci farklı adlandırarak, anlamlandırarak, örerek mücadele etmeye çalıştık. Bununla bir enerji kıvılcımı çıktı mı, çıktı. Kendimizi içerden dayatılan düşman veya mağdur çerçevelerine kapatıp, bir kimlik veya uzmanlık politikası üretmek, etrafımıza 'hocalar toplumun seçkinleri' anlayışı ile seçkinci bir duvar çekmek gibi bir hataya düşmediğimizi de düşünüyorum. Tabi ben kendi deneyimlerim, belirlenimlerim perspektifi ile konuşabiliyorum sadece. Khk'lı, işinden olan, veya süreçte hayatını maddi, manevi idame ettirmek için çok daha pratik hayat gaileleri ile uğraşan imzacıların çoğunun başka pratik kaygıları olması çok anlaşılır. Daha fazla da büyütebileceğimize inanmıyorum ama çok.
Mağduriyetimizi de içeren yaşadıklarımızı anlamlandırma sürecinde, devletin bizi indirgediği listelerdeki sayılar olmayı kabul etmedik dedim de. Ama gene de sürecin nasıl örüldüğünü anlamaya yarayacak bazı rakamlar var. Biraz önce dava koordinasyondan arkadaşlar iletti, hatırlattı. Şimdi belediyelerimiz, bakanlıklarımız gibi 'dönemimiz sırasında 156 kavşaklı yol yaptık, 2,5 milyon ağaç' diktik demeye getirmeyeceğim tabi ki lakırdıyı! Şimdi ben de bu rakamlara şaşkınlıkla baksam da, baki kalan his beraber gülebilmek idi, üzülürken bile ellerimizi havaya açıp, şaşırmak, öfkelenmek ve gülmek. Kafka'nın Şato'suna, adalete erişemeden, 313 gün gitmişiz ve burada Aralık 2017-Eylül 2019 arasında onyedi ağır ceza mahkemesi salonu arasında mekik dokuyarak veya bir bu kadar daha İstanbul dışındaki adliyelerdeki davaları uzaktan takip edip toplam 2441 duruşmaya girmişiz. Farklı nedenle tutuklanan Barış Akademisyenleri’nin İstanbul ve başka şehirlerdeki duruşmaları hariç bu. Bu epey absürt, fantastik bir rakam. Burada nicelik başlı başına 'fiziksel birlikteliğin yarattığı ortak dil' hakkında bir şey söylüyor. Bu dönemde iktidar hakkında okunup, yazılacak hiç bir şeyin, iktidarın müşahhas hale geldiği devasa Çağlayan radonlu granit şatosunu arkana alıp, ayaza açık meydanında buluşup basın açıklaması yapmaktan, binanın onlarca farklı ağır ceza mahkemesinin salonlarında, koridorlarında vakit geçirmekten daha öğretici olamayacağına inanıyorum. Bir de o gün orada fiziken olamayan, farklı şehirlerde olup, dosyası Çağlayan'da görülen, fiilen sürgünde yurtdışında olan, psikolojik olarak süreci taşıyamadığından oraya gelemeyen, iş, güç, maişet zorunluluğu olan davadaşlar adına, onların gözleriyle orada olmak da birleştirici bir sorumluluk hissi verdi bize. Bu önemliydi bence. Akademinin hep malul olduğu o soyutluk, o dokunamama, o sağlıksızlığa varan soyutlama kopuşuna aranan deva en azından benim için de bir başka motivasyondu. Tabi benim işimden olmadığımı da tekrar hatırlatayım. Bunları yapabilmek için bir yerlere sırtını dayayabiliyor, belli konularda tam da olmasa belirliliklere sahip olmak elzemdi.
Burada dağınık ve daha çok imkanlar üzerine konuştum. İmkansızlıklar, sorunlar, çatışmalar hakkında derinlemesine konuşmamız lazım. Epeyce heyecanla aktardığımız bu süreç içerisinde BAK Dava koordinasyonun merkeziyetçi işlediğine kadar varan, bilgiyi tekelleştirdiğine, 'herkese aynı hizmeti sunmadığına' dair epey az da olsa, açık eleştiri olarak formüle edilmese de ifade edilen değerlendirmeler oldu. Dayanışmanın karşılıklılığı ve hizmet kavramının dayattığı beklenti dünyası ile farklarını konuşmak lazım. Bu değerlendirmelerine nedenini, nasılını, doğruluk payındaki olgu ve algıları da ayrıca açık yüreklilikle masaya yatırmak lazım. O yoğunlukta içindeyken ben de bunları tam hakkıyla düşünememişimdir, düşünememişizdir muhakkak. Öncelik hep gündelik hayatı çıkarabilmek oldu. Bir de esasında rutin, alışılan eylem repertuarının dışına çıkacak şekilde, bu davayı daha geniş konularla, daha cüretkar şekillerde birleştirmek gerekliydi, yeteri kadar ufkumuzu geniş tutamadık diye düşünenler de var. Sendikalar, avukatlar, tüm dört yana dağılmış müvekkiller, koordinasyon içindeki ilişkilerde ne kadar dönüştürücü olabildik, sorunların üstüne gidip, açılımlara cesaret edebildik? Pratiklerimizin repertuarı nasıl daha genişleyip, zenginleşebilirdi? Ama bunları yüz yüze bakabildiğimiz masalara bırakalım isterseniz.
70:00
Zeynep: Aslı çok teşekkürler. Ben aynı zamanda büyük kısmı hukukçu olmayan bir ekip tarafından muazzam, uzun soluklu ve çok başarılı dava takibinin yapılmasını çok önemli buluyorum. Bir hukukçu olarak özellikle hukukçu olmayanların hukukla ilişkisini büyük bir cesaretle, yoğunlukla ve hayranlıkla…
Aslı: Hukukla ilişki kurmayalım, hukukla ilişki kurduk yani çok.
Zeynep: İyi ki kurdunuz. İyi hukuku sadece hukukçulara bırakmıyorsunuz, çok teşekkürler. Şimdi ben tekrardan Reyda ve Berke’ye dönüyorum. Bu Anayasa Mahkemesi kararı ile ilgili olarak, kararın içeriğiyle ilgili bizi bilgilendirdiniz. Bir yandan da bu kararın hepimizin ve Türkiye kamuoyunun izlediği şekliyle çok bıçak sırtı alınmış olduğunu biliyoruz ve burada karşı oy gerekçelerinde de aslında çok politik süreçlerle ilişkisi görülüyor, kararın alınmasının bıçak sırtı olmasının. Türkiye’de yargının genel olarak ifade özgürlüğü ile ilişkilenme biçiminde sıklıkla açığa çıkan yapısal sorunları da dikkate alacak olursak, hukuk ve toplumsal mücadele ya da hukukla toplumsan mücadele konusunda neler söyletiyor ya da gösteriyor bize Anayasa Mahkemesi kararı, bıçak sırtı alınmış olması ve karşı oy gerekçelerindeki çok veciz değinmeler? Söz sizde buyurun.
71:51
Berke: Ben yine ilk sözü daha hukuki teknik kısma dair saptamaları yaparak sonra Reyda’ya bırakacağım. Aslında Reyda zaten akademik özgürlüğe dair bir çerçeve çizdi, kararın içeriğinde buna atfedilen öneme dair. İki tane karşı oy gerekçesi var ve ilki ki aslında kararla beraber çıktı. Çok kısa bir karşı oy gerekçesi vardı ilk karşı oy gerekçesini kaleme alan dört yargıcın. İkincisini görebilmek için kararın resmi gazetede yayınlanmasını beklememiz gerekti. Ama bu iki karşı oy gerekçesi de aslında tam da senin ifade ettin Zeynep bıçak sırtı diye, yani durumun aslında ne kadar vahim olduğunu da ortaya koyuyor. Tabii ki Anayasa Mahkemesinin 1962’den beri çok sorunlu kararları da var. Her zaman oldu. Ama bu kadar bariz bir örnek de artı hukuki argümantasyonun çok çok dışına çıkarak, klasik bazı AİHM içtihatlarından seçmeler yaparak bunu kötüye kullanmanın örneklerini oluşturan, ilginç iki tane karşı oy gerekçesiyle karşı karşıyayız. İlki zaten çok kısa bir karşı oy gerekçesi, bunun üzerinde özellikle duracağım, çünkü devlete sadakat kavramına dair bir argümantasyonu biz burada görüyoruz. Bu kavram son dönemde çok popüler oldu. Bu kavrama dair Danıştay tarafından toplantılar düzenlendi. İlginç olan husus, bu kadar hedef tahtasına oturtulmasına rağmen, hala daha İHAM içtihatlarından yararlanmaya çalışıldığını görüyoruz. İlk karşı oy gerekçesinde belki de tek bir temel argüman var: Devlete sadakat ilkesiyle bağdaşmayacak sıfat ve isnatların ifade hürriyetiyle karşılanması mümkün değildir. Bu kadar kısa bir ifade. Bunun dışında ikincisi de bir Langner v. Almanya kararı var İHAM’ın içtihadından. Sadece bu karara atıf yaparak, ayrıntısına dair bir şey söylemeyerek deniyor ki bu karşı oy gerekçesinde, “İHAM içtihadında da genel olarak bakıldığında devlete sadakat yükümlülüğünü ihlal eden görüş açıklamaları ifade özgürlüğü kapsamında koruma görmez”. Ama baktığımızda İHAM içtihadının bu saptamayla hiçbir şekilde ilgisi olmadığını görüyoruz. Tam tersine biraz kısaca açıklamaya çalışacağım ve ilk karşı oy gerekçesi aslında genel olarak Türkiye mahkemelerinin bağlam ve içeriğinden kopararak İHAM içtihadını kullanmaya yönelik çabasının açık bir örneğini oluşturuyor. Devlete sadakat kavramı gerçekten İHAM içtihadında geçiyor. Bir diğeri de ketumluk yükümlülüğü devlet memurlarının. Ama burada devleti eleştirmeme anlamına kesinlikle gelmediğini görüyoruz bu kavramların. Yalnızca çok dar bir çerçevede kullanılan bu kavramların, somut olarak devleti artık yıkmaya yönelik örgütlü faaliyetlerin içinde bulunma anlamında özellikle önem taşıdığını söyleyebiliriz. Ama bu da Barış Bildirisi imzacılarının durumundan tamamen bağlantısız. Devlete sadakat kesinlikle devlet iktidarını kullanan siyasi bir partinin politikalarına koşulsuz bir bağlılık ya da bu politikaları eleştirme yasağı anlamına gelmiyor. Ketumluk yükümlülüğünden bahsettik. Bu tam da karşı oy gerekçesinde atıf yapılan kararda yer alan bir kavram. Fakat kararda Dresden İmar Müdürlüğü’nde bir alt büroda çalışan birinin aslında bürosunun kaldırılması üzerine temelsiz bir şekilde -sonraki yargılamalarda da bunun ortaya çıktığını görüyoruz- üstlerini eleştirmesinin ifade özgürlüğü koruması kapsamında görülmemesine dair bir örnek. Ama dediğim gibi hiçbir alakası yok Barış Bildirisi süreciyle. Ama daha çarpıcı olan, İnsan Hakları Mahkemesi tam da bu konuyla bağlantılı olarak eğer kamuoyunu ilgilendiren belgelere ulaşılırsa ve bununla ilgili içeriden bir başvuru yoluyla herhangi bir memur başarı elde etme imkanına sahip değilse, gizli belgelerin dahi açıklanabileceğini, bunun ifade özgürlüğü kapsamında korunabileceğini belirtiyor. Bir diğeri işte çok ünlü bir örnek. Almanya aleyhine bir dava var, bir komünist parti üyesi öğretmen. Öğretmen olması dikkate alınmadan mutlak bir yasağın kesinlikle sözleşmeyle bağdaşmayacağı söyleniyor, İnsan Hakları Mahkemesi tarafından. Dolayısıyla bu kapsamda söylenebilecek en temel husus sadece bazı spesifik meslek gruplarının, İnsan Hakları Mahkemesi içtihadı çerçevesinde devlete sadakat açısından özel bazı hükümlülüklere tabi olabileceği. Diplomatlar, yargıçlar, istihbarat görevlileri, askerler, kolluk güçleri gibi. Ama bunların dahi karşı oy gerekçesinde iddia edilenin aksine mutlak bir şekilde devlete sadakatle yükümlü olduklarını söyleyemiyoruz. Ne diyorlar İnsan Hakları Mahkemesi içtihadında? Siyasi bir konuya dair akademik bir ders sırasında dile getirdiği görüşleri nedeniyle bir yargıcın yaptırıma tutulması ya da takip ettiği medya organı nedeniyle gene bir yargıcın yaptırıma tabi tutulması ifade özgürlüğünü ihlal eder. Ayrıca İHAM kamuoyunu ilgilendiren konulara dair tartışmalar açısından yargıçların dahi ki yargıçlar bağımsızlıkları ve tarafsızlıkları gereği özel olarak ketum kalmak zorunda olan kamu görevlileridir, onların dahi ifade özgürlüğünün somut olay koşulları çerçevesinde korunabileceği örnekler olduğunu söylüyor. Toparlamak gerekirse sadece bazı gruplar devlet organları içinde özel sadakat yükümlülüklerine tabi tutulabilir. Ama bunlar açısından da kesinlikle mutlak bir yükümlülük söz konusu değil. Dolayısıyla Barış Bildirisi imzacılarının da bu anlamda karşı oy gerekçesinde iddia edilenin aksine zaten böyle bir spesifik grup içinde olmadığı çok açık. Komünist partisi üyesi öğretmen davasında İHAM zaten bunu ortaya koymuş. Dolayısıyla kısaca bunu toparladıktan sonra ikinci karşı oy gerekçesinde de benzer bir husus var. Bu çok daha uzun bir karşı oy gerekçesi. Ama gerekçenin içeriğine baktığımızda sadece çok basit bir şekilde şu söylenebilir: Metnin bütünü şiddet çağrısı içermemesine yani metnin lafzına rağmen, metnin içeriğinin şiddet çağrısı içermediğinin söylenemeyeceği gibi, böyle artık ispat yükünü tersine çeviren bir yaklaşım söz konusu. İkinci olarak da bildiride yer alan tarzda sert eleştirilerin dolaylı olarak şiddete başvurmaya teşvik edebileceğini, bu açıdan açık ve yakın bir tehlike oluşturabileceği söyleniyor bu ikinci karşı oy gerekçesinde. Ama bu argüman da aslında tek bir somut olguya işaret ederek çürütülebilir: Barış Bildirisi imzacılarına yönelik iddianamenin hazırlanması ve kabulü, kamu düzeninin bozulması açısından açık ve yakın tehlike yarattığı ileri sürülen bildirinin kamuoyuyla paylaşılmasından yaklaşık bir buçuk yıl sonra gerçekleşiyor ve yargılama sürecinde de tıpkı bu ikinci karşı oy gerekçesinde olduğu gibi bu bir buçuk yıllık süreçte kamu düzeninin bozulmasına yol açan tek bir somut vaka zikredilmiyor. Ben sözü Reyda’ya bırakayım.
80:14
Reyda: Anayasa Mahkemesi kararındaki bu karşı oy gerekçelerini de içerecek şekilde toplumsal mücadeleler ve hukuk ilişkisi kapsamında kısaca bir değerlendirme yapmak gerekirse; Barış İçin Akademisyenler süreci tabii ki bu ilişki çerçevesinde verilebilecek tek örnek değil. Toplumsal mücadeleler içinde, insan hakları mücadelesinde hukukun karşımıza iki şapkasıyla çıktığını görüyoruz aslında. Barış İçin Akademisyenler süreci özelinde konuşmak gerekirse hukuki araçların şekli olarak bir cezalandırma aracına dönüşmesi karşısında yine hukuka dayanarak mücadele vermenin bir güçlüğü var. Özellikle Türkiye gibi yargı tarafsızlığı ve bağımsızlığının son derece sorunlu bir alan olduğu ülkelerde, hukuka dayanarak mücadele vermenin zorluğu daha da ağırlaşıyor. Bunun en büyük sebeplerinden bir tanesi, elbette, politik taleplere ilişkin olarak, ihlal iddialarına ilişkin olarak herhangi bir hukuki başvuru yaptığınızda ya da hukuk mücadelesi yürüttüğünüzde amaçladığınız sonucu almanızı sağlayacak alanın yargı kararları olması. Ve yargının bu kararları alabilecek denli siyasi otoriteden bağımsız olmadığı bir çerçevede hukuka dayanarak mücadele vermenin kendisinin çok zorlu bir süreç haline geldiği de kuşkusuz. Türkiye’de de yargı tarafsızlığı, bağımsızlığı elbette en sorunlu alanlardan bir tanesi. Berke de bunu hukuk devleti ilkesi çerçevesinde yaşadığımız sorunlar bağlamında dile getirdi. Avrupa Konseyi organlarını eleştiriyoruz haklı olarak, gecikmiş tepkileri ya da vermedikleri tepkiler nedeniyle ama Türkiye’deki yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı çerçevesinde halihazırda görev yapmakta olan Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri’nin Türkiye’de yargının ifade özgürlüğü ihlallerinde oynadığı rolü değerlendirdiği Türkiye raporunda söylediği çok çarpıcı bir şey var: Komiser, selefinin yargı tacizi olarak adlandırdığı, yargıda karşılaştığımız tutum ve tavrın, hiçbir maddi delilin bir kişinin masumiyetini kanıtlamaya yetmeyeceği bir şekilde niyeti yargılamaya dönüşme riskini doğurmuş olduğunu, Türkiye’de hukukun en temel ilkelerinin yargı tarafından göz ardı edilmesinin geldiği seviyenin, siyasi otoriteye yönelik muhalif bir yorum ve eleştirinin savcı ve mahkemeler tarafından suç olarak nitelenip nitelenmeyeceğini objektif olarak kestirebilmeyi neredeyse imkansız hale getirdiğini söylüyor. Bu çerçevede Anayasa Mahkemesi’nin Barış İçin Akademisyenler kararından önceki süreci hatırlayalım. Hukuki bir değerlendirme yaptığımız zaman, bu kararın ifade özgürlüğünün ihlal edildiği yönünde çıkmaması imkansızdı aslında. Ama kararın bu yönde çıkıp çıkmayacağını bilmiyorduk. Ve karar Zeynep’in de söylediği gibi 8’e 8 ve başkanın eşitlik halinde iki oy sayılan oyuyla ifade özgürlüğünün ihlal edildiği yönünde çıktı. Karşı oy kullanan yargıçların da hem hukuki argümantasyon anlamında hem de atıfları anlamında son derece tartışmalı olan karşı oy gerekçelerinden Berke bahsetti zaten. Ama şu noktaları da vurgulamak lazım: Bütünüyle hukuk devleti ilkesi ve insan hakları standartlarına uygun ve aslında AİHM’in ve Anayasa Mahkemesi’nin yerleşik içtihadını tekrar eden bir karar vermiş olmalarına rağmen, Anayasa Mahkemesi kararında birden fazla paragrafta çoğunluk görüşüne katılan yargıçların sürekli bildirinin içeriğine katılmadıklarını tekrarlama ihtiyacı hissetmiş olmaları, böylesi bir tedirginlik içinde bulunmaları; üzerine bildirinin içeriğinin toplumun çoğunluğu tarafından nasıl algılanacağına dair yine bir bireysel başvuruya ilişkin kararda gördüğümüzde haklı olarak şaşıracağımız sübjektif değerlendirmelere yer verilmiş olması; karara giden süreçte aslında bireysel başvurunun sevgili Füsun Üstel hocamızın yanlış hatırlamıyorsam 76 günü cezaevinde hükümlü olarak geçirmesini engelleyememiş olan bir zamanlamayla incelenmiş ve karara varılmış olması; karardan sonra karara uymakla yükümlü olan makamların karara uymak konusunda bir direnç göstermeleri, direnç göstermedikleri yerde de açık bir hoşnutsuzluk içinde olmaları ya da kararı uygulamakta gecikmeleri gibi olgular ya da karar çıktıktan sonra karara uyulmaması yönünde rahatlıkla yapılabilen açıklamalar. Karar sonuç olarak hukukun gereği neyse o şekilde çıktı ancak bütün bu saydığım olgular, sürecin Türkiye’de yargı bağımsızlığı, tarafsızlığı ve yargısal süreçlerin siyasi süreçlerden bağımsız olmasını gerektiren ilkelerin dışında işlediğini de ne yazık ki ortaya koyuyor. Bütün bunları düşündüğümüz zaman, hukuka dayanarak mücadele etmek ne anlama gelebilir? Çok kısaca değineceğim, belki soru cevap bölümünde tekrar değinmek de mümkün olur. Aslı’nın aktarmış olduğu, betimlemiş olduğu genel çerçeve, imzacıların savunmaları, gönüllü avukatlarımızın her bir davada, usanmadan, tekrar, inatla hukukun gereğinin ne olduğunu açıklamaları, bütün bunlar hukukla mücadeleyi, tam da hukuki araçlar siyasi olarak kullanıldığı için daha da önemli kılıyor aslında. Yani hukukun gereğinin ne olduğunu inatla sürekli tekrar etmek ve bunun sesini duyurmak bu anlamda hukuki araçlarla bir saldırıyla karşı karşıya olunduğunda hala kıymetlidir ve Barış İçin Akademisyenler süreci de bu anlamda çok iyi bir örnek oluşturuyor diyebiliriz.
87:45
Zeynep: Çok teşekkürler Reyda. Şimdi Anayasa Mahkemesi ile ilgili bu bıçak sırtı ve hukuka karşı hukuki mücadeleyi bir yandan düşünürken ve tartışırken, bizim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önündeki aslında bazılarımız için neredeyse dördüncü yılına yaklaşan mücadelemiz de bu açıdan sanıyorum değerlendirilebilir. Sevgili Esra, yakın zamanda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne iletilmek üzere geçtiğimiz üç yıldır yaşanan hukuki gelişmeleri içeren bir ek beyan hazırladığınızı biliyoruz. Bu beyan ekseninde bugün geldiğimiz noktada Ohal Komisyonu önünde üç yıldır bekleyen başvurularımız var, ihracın giderek ağırlaşan maddi ve sosyal sonuçları, pasaport ve seyahat engelleri, bunlar devam ederken Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde göz önüne almasını istediğimiz o ek beyanla, durum tespiti yaparken hususlar ne oldu? Bugün neden böyle bir müdahale gerekti? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne neleri hatırlatıyoruz? Söz sende.
89:17
Esra: Az evvel söylemeyi unuttuğum bir şeyle başlayayım: Benim bildiğim kadarıyla, ihraç edilmiş bütün Barış Bildirisi imzacılarının AİHM önünde bir başvurusu yok. Çünkü AİHM’in Köksal - Türkiye kararıyla OHAL Komisyonunu etkili bir iç hukuk yolu olarak kabul etmesinin ardından, bu karara yakın tarihlerde yayınlanmış KHK’larla ihraç edilen Barış Bildirisi imzacıları, sanırım AİHM’e başvuru yapmadılar. Önce OHAL Komisyonuna başvuru yaptılar. Halbuki daha erken tarihlerde yayınlanan KHK’lar ile ihraç edilen imzacılar bakımından AİHM’e başvurular, OHAL Komisyonunun kurulmasından değil ama çalışmalarına başlamasından önce doluyordu. Dolayısıyla daha önceki tarihlerde yayınlanan KHK’lar ile kamu görevinden ihraç edilen imzacılarının en azından büyük çoğunun AİHM’e başvurmuş olduğunu biliyoruz. Diğerlerinin üniversite grubu olarak ya da bireysel olarak AİHM’e başvuru yapıp yapmadıklarını bilmiyorum. Fakat yapmış olanlar bakımından – benim bildiklerimin arasında, Yıldız Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi, Kocaeli Üniversitesi’nden ihraç edilen imzacılar var – AİHM’e başvuruların üzerinden yaklaşık üç yıl geçti. Bu üç yıl içerisinde çok fazla şey oldu. O ilk dilekçede dile getirilmemiş olan bir dizi gelişme yaşandı. AİHM’e başvuru yapan başvurucuların başvurularıyla ilgili yeni gelişmeler olduğunda bunları AİHM’e bildirme yükümlülüğü var. Biz de bunu düşünerek bir taslak dilekçe oluşturmaya karar verdik. Bir ek dilekçe, yani halihazırda AİHM önünde derdest olan başvurulara eklenecek bir dilekçe. Bu ek dilekçeyle başvuruları yaptıktan sonraki geçen bu üç yıl içerisinde neler olduğunu anlatıp bunların bir değerlendirmesini yapmayı amaçladık. Bu çerçevede ek dilekçede mesela ceza davalarından bahsettik. Çünkü ceza davaları, AİHM başvurularımızı yaptığımız sırada henüz açılmamıştı, henüz bütün imzacılara yönelik bir iddianame hazırlanmamıştı. Haliyle AYM’nin Zübeyde Füsun Üstel ve Diğerleri kararı da henüz yoktu. Bunun yanı sıra, pasaportlara konulan iptal şerhleri ile ilgili birçok gelişme oldu. Bazı imzacıların idari yargıda açtıkları davalar reddedildiler. Yakın bir zamanda beraat gibi durumlarda ihraç edilen kamu görevlilerinin pasaportlarını alabilecekleri yönünde bir hukuki düzenleme yapıldı. Bu tür durumlarda başvurulabilecek yeni bir usul oluşturuldu. Bu yeni usulü kullanarak çok sayıda imzacı nihayet pasaportlarındaki tahdit şerhlerini kaldırtabildiler. Bildiğim kadarıyla, kimilerimiz için bu başvuru ve bekleyiş süreci hala devam ediyor. Bunun haricinde 685 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, 694 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile değiştirilerek OHAL Komisyonunun olası bir iade kararı vermesi halinde akademisyen olan kamu görevlilerinin İstanbul, İzmir ve Ankara dışında ve 2006 yılından sonra kurulmuş üniversitelere öncelik verilmek suretiyle üniversitelere yerleştirileceklerine ilişkin bir hüküm eklendi. Yine, Anayasa Mahkemesi kendi önüne taşınmış ihraçlara ilişkin başvuruları OHAL Komisyonunun kurulması üzerine kabul edilebilir olmadıkları kararı vererek reddetti, bu da AİHM’e başvurularımızı yollamamızdan daha sonra oldu. Ayrıca OHAL Komisyonu’na başvurularımızı yaptık, ki bu da diğerleri gibi, bazılarımızın AİHM başvurularından daha sonra yaptığımız bir şey olduğu için, AİHM’e yolladığımız ilk dilekçelerimizde yok. Ek dilekçede bu gelişmeleri özetleyip, bütün bunların neleri gösterdiğini anlatmaya çalıştık. Ek dilekçenin asıl amacı da aslında şu: İlk başvurularımızda, henüz daha OHAL Komisyonu çalışmaya başlamadan önce sadece kağıt üzerinde görünen haliyle Komisyonun etkisizliğine ilişkin olarak ileri sürdüğümüz argümanların, bu üç sene içerisinde doğrulanmış olduğunu göstermek. OHAL Komisyonu’nun Barış Bildirisi imzacıları bakımından hem bu zamana kadarki sessizliği hem de çalışma biçimine ilişkin yazılmış raporların bulguları gerçekten de argümanlarımızı doğruluyor. Zaten o zamanlar da belli olan şeylerdi ama şu an olgusal verilere sahibiz. Dolayısıyla bu ek dilekçe bunları Mahkeme’nin dikkatine sunmayı amaçlıyor. OHAL Komisyonunun etkisizliği bakımından, imzacılar özelinde, özellikle iki nokta öne çıkıyor: Birincisi bu üç yıllık sessizlik tesadüf mü? Olasılıkla değil. Bu konuda OHAL Komisyonu başkanı Salih Tanrıkulu’nun 2019 yılı sonlarına doğru basına yansıyan bir açıklaması var. Bu açıklamanın yapıldığı tarihte OHAL Komisyonu önünde hala derdest olan 20 bin küsür başvuru için, Tanrıkulu ‘durumu net olmayanların başvuruları’ tanımını kullanıyor. Eğer yanılmıyorsam, 2 Temmuz 2020’de, OHAL Komisyonu, incelenen ve henüz incelenmemiş olan dosya sayılarını tekrar güncelledi. Buna göre, Komisyonun önünde yaklaşık 18 bin incelenmemiş başvuru kalmış. Barış Bildirisi imzacılarının da başvuruları bu 18 bin dosya arasında yer alıyor. Dolayısıyla bizim dosyalarımız ‘durumu net olmayanlar’ arasında kalmış görünüyor. Bu da, Anayasa Mahkemesi’nin kararına rağmen, ‘durumumuzu netleştiremediklerini’ gösteriyor. Elbette ki AYM kararı ceza davalarına ilişkin bir karardı ama karar gerekçesi, Reyda ve Berke’nin bahsettiği gibi, Barış Bildirisi’ne imza atmanın terörle ilişkilendirilebilecek bir suçlamaya konu edilemeyeceğine ilişkin tespitler içeriyordu. Fakat AYM’nin kararının üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen, OHAL Komisyonundan henüz olumlu ya da olumsuz bir yanıt alamadık. Ayrıca, OHAL Komisyonu kararları yayınlanmıyor ama avukatlardan ve bireylerden edinilen karar örneklerine dayanılarak yapılmış ayrıntılı iki çalışma var. Biri Af Örgütü’nün, diğeri de Türkiye İnsan Hakları Davaları Destekleme Projesi’nin hazırladığı raporlar. Bu iki raporun bulguları, OHAL Komisyonunun çalışma usullerine ilişkin mevzuata bakılarak tespit edebildiğimiz sorunların pratikte de ortaya çıktığını doğruluyor. Bu raporların bulguları arasında, Barış Bildirisi imzacılarını özellikle ilgilendirebilecek iki şey var: Birincisi OHAL Komisyonu kendisini ceza davalarının sonuçlarıyla, yani mesela beraat kararlarıyla, ya da savcılıkların verdiği takipsizlik kararlarıyla bağlı hissetmiyor. Bunlara rağmen, mesela sosyal çevre bilgisi ya da gizli tanık ifadesi gibi şeylere dayanarak iade taleplerini reddediyor. Dolayısıyla bizim hakkımızda verilmiş beraat kararlarının OHAL Komisyonu önünde bir ehemmiyeti yok. Bizim dosyalarımız bakımından neye göre karar vereceğini de bilmiyoruz; çünkü bildiriye imza attığı için ihraç edilmiş herhangi bir akademisyen hakkında OHAL Komisyonu tarafından verilmiş bir karar görmediğimiz için imzacılar bakımından bu değerlendirmenin nasıl yapılacağını bilmiyoruz. İkinci olarak, Reyda ile Berke’nin önemle üstünde durdukları sadakat yükümlülüğü meselesi. OHAL Komisyonu da bir sadakat yükümlülüğü değerlendirmesi yapıyor ve yine bu andığım raporlarda dile getirildiği üzere, sadakat yükümlülüğüne ilişkin değerlendirmesini matbu bir şekilde yapıyor. Hangi fiili merkeze alarak sadakat yükümlülüğü bakımından bir yargıya ulaştığını söylemiyor. Üstelik hangi kamu görevini yürüttüğüne bakmaksızın, yani incelemesini şahsileştirmeksizin, kişi akademisyen mi polis mi yargıç mı savcı mı bu konuda bir fark gözetmeksizin sadakat yükümlülüğü değerlendirmesi yapıyor. Bunlar, Barış Bildirisi imzacılarının dosyaları bakımından da büyük bir öngörülemezlik yaratıyor. Dolayısıyla, Reyda’nın vurguladığı gibi, OHAL Komisyonu da bizim için bir öngörülemezlik kaynağı. Fakat bu olumsuz tabloya rağmen, ben Komisyondan imzacılar hakkında olumsuz bir karar çıkacağından da emin değilim. Çünkü çıkacak karar, şu anki uygulamasından ayrılabilir. Bizi şaşırtabilir. Olumlu da olabilir olumsuz da olabilir; çünkü gerçekten de her şeye hakim olan şey öngörülemezlik. İşte tam da bu öngörülemezliğin kendisi, OHAL Komisyonunun etkili bir hukuk yolu, adaleti sağlayacak bir hukuk yolu olarak kabul edilemeyeceğini gösteriyor. Bu arada bu ek dilekçede ya da AİHM’e gönderilecek daha sonraki dilekçelerde yapmamız gereken bir diğer şey de, herkesin kendisi bakımından ihraç edilmesinin sonuçlarını şahsileştirerek anlatması. Hiçbirimiz ihraç edilmiş olmaktan ve yarattığı sonuçlardan eşit bir şekilde etkilenmedik. İhraç edilmek bizi eşitlemedi. Herkesin başına başka başka şeyler geldi, bunları anlatmamız gerekiyor. Son bir şey eklemek istiyorum. AİHM’e yapılmış başvurulardan ne bekleyebiliriz? Hiç emin değilim. Hem AİHM’in nasıl hareket edeceğini kestirmekte güçlük çekiyorum hem de AİHM esas bakımından başvurularımızı incelemeye karar verecek olsa ve lehimize karar alabilecek olsak dahi, bu kararın Türkiye’de uygulanıp uygulanamayacağı şu an öngörülebilir değil ne yazık ki. Burada sözümü bitireyim, çok teşekkürler.
Zeynep: Çok teşekkürler Esra. Şimdi Özgür hocaya dönmek istiyorum ben. Böylece aslında ikinci tur sorularımızın da sonuncusunu yöneltmiş oluyorum. Özgür hocam ILO konferansı başta olmak üzere, Eğitim Sen hangi girişimlerde bulundu? Aslında bunu ilk soruda söylemiştiniz, belki tamamlamak istersiniz. Özellikle önümüzdeki dönemde ILO nezdinde hangi girişimleri olacak? Bu sürece dair sizin ciddi bir deneyim ve birikiminiz var. Geleceğe dönük olarak ILO’dan beklentileriniz, öngörüleriniz nelerdir?
100:33
Özgür: Teşekkür ederim hocam. Öncelikle Esra hocanın bıraktığı yerden ben de bir katkı yapayım. Özellikle Barış Akademisyenleri’nin Ohal Komisyonu’ndaki dosyaları ile ilgili durumları net değil. Burada bir konuyu açık bir şekilde dile getirmek gerekiyor. Esasında durumu net olmayanlar sadece Barış Akademisyenleri değil. Eğitim Sen üyelerinin tamamı. Eğitim Sen’den 1628 ihraç vardı, KESK’ten de 4000’in üzerinde. Şu ana kadar bize ulaşan rakamlar 102-103 civarında kabul yani göreve iade, 130 civarında ret kararının verildiği şeklinde. 1400’e yakın dosyamız Ohal Komisyonu’nda hala bekliyor. Yani % 14 civarında dosyalar tamamlandı % 86 civarında dosyamız bekliyor. Ama Ohal Komisyonu’ndaki dosyaların da % 86’sı şu an tamamlanmış durumda. Doğal olarak burada KESK’e ve özellikle de Eğitim Sen’e dönük komisyonun özel bir tutumunun olduğunun altının çizilmesi gerekiyor. Biz bu komisyonun kendisinin ne tür bir işlevi olacağı, siyasi iktidardan bağımsız karar verip veremeyeceği, vereceği kararların hukuki mi olacağı yoksa siyasi mi olacağı konusunda düşüncelerimiz zaten çok açık ve net ifade ediyoruz. Ve rakamlar da esasında bizim şu an ortaya koyduğumuz düşünceyi doğruluyor. Özel bir şekilde arkadaşlarımızın dosyaları sona konulmuş durumda ve bu sona bırakılan dosyalar ile ilgili karar verilmiyor. Bunların iade edilmesinin önünde herhangi bir hukuki engel olmadığı için siyasal bir kararla dosyaların bekletildiğine dair görüşümüz net. Ondan dolayı da biz başta da ifade ettiğim gibi meselenin kendisinin salt hukuki bir mesele, salt hukukla çözülebilecek bir mesele olmadığının farkındayız. Ondan dolayı da burada siyasi iktidar ve karar alıcılar üzerinde ciddi bir baskı oluşturmaya ve dosyaların bir an önce olumlu bir şekilde sonuçlanmasını sağlamaya dair girişimlerimiz var. Bununla ilgili kimi zaman kendi sendikamızın ve konfederasyonun almış olduğu kararla, kimi zaman farklı girişimlerde bulunarak komisyonun dosyalarla ilgili kararını bir an önce vermesini sağlamaya çalışıyoruz. Burada da açık bir şekilde görülen o ki yaptığımız girişimlerden ve yaptığımız görüşmelerden edindiğimiz bilgi, imzacı arkadaşlar Barış Akademisyenleri başta olmak üzere bizim ihraçlarımızın geri dönmesinin önünde şekli olarak dahi bir engelin olmadığının farkındayız. Bundan dolayı da arkadaşlarımızın dosyalarının özellikle bekletildiğini, özellikle karara bağlanmadığı düşüncesindeyiz. Özellikle Barış Akademisyenleri’nin dosyalarını olası bir ret kararının verilmesinin hukuken mümkün olmaması ve bununda siyasi iktidar tarafından ya da karar vericiler tarafından anlaşılabilir mazur görülebilir bir tarafı olmayacağı kesin. Ondan dolayı bundan sonraki dönemde özellikle bizim açımızdan komisyonun kararlarının olumlu çıkması, komisyonun bir biçimde bu kararları hızlıca vermesi ve bu mağduriyetlerin engellenmesine dönük bir yol haritası görünüyor. İkinci mesele bizim açımızdan, geriye dönen arkadaşların geriye döndükten sonra yaşadıkları mağduriyetler ciddi şekilde devam ediyor. Kendi üniversitelerinde göreve başlayamıyor arkadaşlar. Tercihte bulunduktan sonra kadroları farklı üniversitelere gönderiliyor. Farklı üniversitelerde göreve başlayan arkadaşlarımızdan başladıktan sonra istifa etmek durumunda kalanlar oldu. Hazırlamaları gereken dosyaları hazırlamak için yeteri zaman ve olanaklar olmadığı için arkadaşlarımız bu yolu seçmek durumunda kaldı. Bununla ilgili bizim önümüzdeki dönem buna dönük bir çalışmamız olacak. Üçüncü önemli nokta da, bugüne kadar sürdürdüğümüz, hem iç hem uluslararası faaliyetlere devam edeceğiz. Geçtiğimiz hafta 98 sayılı sözleşme açısından yeniden bir değerlendirme hazırlayarak ILO’ya ulaştırdık. Geçtiğimiz sene 87, bu sene 98’den Türkiye denetime girecek. 98 sayılı sözleşmeye dönük olarak hazırlamış olduğumuz raporun giriş bölümünde uzunca bir bölüm, girişin uzunca bir bölümü Barış Akademisyenleri ve onların yaşadığı mağduriyet, hak kayıplarıyla ilgili temel haklarının ve özgürlüklerinin artık kullanılamaz hale gelmesiyle ilgili. Yine 98 sayılı sözleşmeye dönük olarak ILO’ya göndermiş olduğumuz raporda ayrıntılı bir şekilde buna yer verdik. Eğer uygun olur gidebilirsek tabii ki Kasım ayında yüz yüze yapılacak ILO’nun ara toplantısında da bu faaliyeti orada da sürdüreceğiz. Yani bizim açımızdan üç faaliyet alanı devam ediyor görünüyor. Bir, komisyonla ilgili yapılacak. İki, yüksek öğretim kanununlar, yönetmelikler, mevzuatla ilgili yapılacak düzenlemeler ve geriye döndüğünde arkadaşların mağdur olmamasını sağlayacak, mağduriyetlerini engelleyecek değişikliklerin şimdiden gündeme getirilmesi ve . Üçüncü başlık da bugüne kadar sürdürdüğümüz hem içerideki hem uluslararası kamuoyundaki yürüttüğümüz faaliyeti sürdüreceğiz. Birinci bölümde de söylemiştim Meksika’da Kasım ayında bir dünya kongresi planlıyor Eğitim Enternasyonali. Eğer bu kongre gerçekleşirse mutlaka Barış Akademisyenleri’nin sorunu, yaşadıkları orada temel gündemlerden biri hale gelecek.
106:08
Zeynep: Özgür hocam çok teşekkür ediyoruz. Arada bazen bağlantıda sıkıntılar oldu ama zannediyorum sözünüzü bitirdiniz diye düşünüyorum. Ben tüm arkadaşlara bu kısıtlı süre zarfında çok derli toplu bir şekilde Barış için Akademisyenler’in hukukla mücadelesi gibi netameli bir konuda çok önemli bilgileri bizimle paylaştıkları için teşekkür ediyorum. İzleyicilerden gelen sorular var. Bazı sorular spesifik olarak bazı konuşmacılara yönlendirilmiş. Bazıları da genel sorular. Öncelikle genel olan soruları sizlere okumak istiyorum. Bunlara cevap verdikten sonra da tek tek konuşmacılara gelen sorular var, belki orada yeni sorular da eklenir. Öncelikle İrfan Eroğlu şöyle sormuş: ‘Beraat kararlarından sonra Barış Akademisyenleri’nin hukuk mücadelesi sona erdi mi? Barış Akademisyenleri’nin bundan sonraki barış, özgürlük, adalet mücadelesi sürecek ise bu dayanışma ‘asla yalnız yürümeyeceksin’ örneğindeki gibi devam edebilecek mi sizce?’ Oğuz Sinemillioglu şöyle sormak istemiş: ‘Hukuksal mücadelemizi bireysel olmaktan çıkarıp kolektif yapabilir miyiz?’ Hümeyra Doğan ‘emekleriniz için teşekkür ederim’ demiş ve ‘iç hukuk yolu olarak adres gösterilen OHAL Komisyonu’ndan henüz sonuçlanmış bir BAK başvurusu yok. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?’ diye sormuş. Aslında bazı sorular biraz değinilmişti ama belki ek yapmak istersiniz. Zannediyorum şimdi şu anda genel olarak sorulmuş olan sorular bunlar. Bu sorulara cevap vermek isteyenleriniz olursa lütfen söz alırsa sonra da bazı spesifik sorular belli konuşmacılara, onlara yönelteceğim. Kim söz almak ister? Bundan sonraki hukuk mücadelesinde ‘asla yalnız yürümeyeceksin’ şeklinde beraatlar sonrasında nasıl ilerleyebiliriz, diye sormuş. ‘Asla yalnız yürümeyeceksin’i Aslı söylemişti, ben Aslı’ya döneyim o zaman.
Aslı: Esasında hem sevgili İrfan’ın hem de sevgili Mustafa’nın sorusuna dağınık da olsa değinmeye çalıştım. Barış Akademisyenlerinin hukuksal mücadelesinin önündeki ilk büyük mesele, davalar hepimize ayrı ayrı açıldığından, bu bölünmüşlüğü aşacak bütünselleştirici hamleler yapması idi. Buradan bir sosyal hareket çıkar mı? İmza atmak, nasıl bir ortaklığa tekabül etti? Bu soruyu döneme dair genel beklentiler ve idealler üzerinden değil de eldeki malzeme, yani bizlerin matematiğinden yola çıkarak sormalı bence. BAK süreci devam ediyor, ama başta dediğim gibi müstakil bir hareket olarak değil, bir potansiyel, bir nakil hattı, bir balık ağı olarak. Yani imzacıların bu belirleyici deneyimden sonra, hangi somutluk üzerinden hayata dahil oluyorlarsa, alanları, imkanları, ufukları, çevreleri, alet-edevatları ne ise, oradan barış ve adaletin kolektif mücadelesine devam etmelerini umuyorum. Ama bu dönemsel mağduriyet pozisyonunu, ilerde içerikten boş bir iktidar getirici pozisyona tahvil etmeden. Ne akademide, ne de akademi dışında. Biraz önce demiştim ya, tüm süreçte kolektifleşmeye emek verenlerin çoğunun bilgilerini başka mücadele alanları içinde toplumsallaştırma deneyimleri var diye. İşte insan hakları, hapishanedekilerin hakları, Kürt sorununa yol açan Türk meselesi, çocuk hakları, kadın cinayetleri, emek, çevre, hayvan hakkı mücadeleleri gibi. Buralarda somut muhataplarını, müttefiklerini, manasını ve mekanını bulacağına veya buralara ekleneceğine inanıyorum bu deneyimimizin. Bir de sevgili İrfan hocamın çok daha somut bir yanı daha var sorusunun. Beraat ettik, ne oldu, bitti mi, diye anlıyorum bunu. Beraatlar Sonrası Çalışma Grubu'nun kurulduğundan bahsettik. Sevgili Esra, AHİM önünde aşındırılan kapılardan bahsetti. Dayanışma Akademilerinden bahsettik. Bu arada, parantez olarak, Esra'nın sunumunda benim dikkatimi çekti, Kocaeli, Yıldız Teknik, Marmara gibi üniversitelerden AİHM'e başvurular oldu. Burada etkili olan khk'ya maruz kalma dönemi mi, yoksa üniversite aidiyeti mi, bunu merak ettim ben. Zira Çağlayan sürecinde üniversite aidiyeti bu derece belirleyici olmuyordu diye düşünüyorum. Yani fiziki mekanın sunduğu bir araya gelme, hangi imzacılar ile hangi ağır ceza mahkemesine düştüğün' gibi kendine has bir ortaklaşma folkloru ortaya çıkmıştı diyebilirim. Ceza Davaları fiziki mekanda, işten çıkarılma süreçlerinden daha eşitleyici bir rol oynadı. Hukuk mücadelesinde avantajımız gerçekten o granitten, radonlu adalet tesisiydi. Yüz yüze bakma, güven ilişkilerinin kurulmasını kolaylaştıran rutinler, müşterekleşmenin, kamusallaşmanın zeminini oluşturdu. Bunun artık olmadığı şartlarda 'asla yalnız yürümeyeceksin' nasıl olabilir? Tabi ki artık çoğu kurumsallaşmış Dayanışma Okullarının dışından bahsediyorum. Süreçte sürekli baskı altında olmanın, riskin, belirsizlik ve kötüsünü beklemenin getirdiği bir tükenmişlik de var. Burada öğrendiklerimizi alıp, toplumsal barış, adalet ve eşitlik gündemini başka yerlere taşımaya inanıyorum ben. Tabi devam eden somut kalemleri dışarıda tutarak söylüyorum bunu, dediğim gibi. Yaşanan maddi, manevi zararın tazmini, işe iadenin yeniden bir hak ihlali yaratmayacak bir şekilde gerçekleşmesi; biliyorsunuz üç büyük şehir ve uzaklaştırıldığın üniversiteye dönememe ve 2006'dan sonra kurulmuş üniversitelere geri dönme şartı gibi hukuk dışı bir kural koydular; anlatıldığı gibi AHİM ve uluslararası insan hakları ve akademik özgürlükler kurumları ile ilişkileri devam ettirmek, yurtdışında otoriterleşme süreçlerini benzer yaşayan Hindistan, Brezilya, Macaristan, Rusya gibi ülkelerdeki üniversitelerdeki muadillerimizle ilişkiler, metalaşma sürecinde üniversitelerin bir bilim ve eğitim mahalli olarak özerkliğini kaybetmesine, bilimin toplumsal faydadan kopmasına karşı kürenin her yerinde devam eden mücadelelerle ilişkilenme...Bunlar gene tanımlı alanda kalan yalnız değil, beraberce yürüyebileceğimiz, yürümemiz gereken alanlar bence. Bir kısmı açıkça hukuki araçlarla yapılabilir, diğerlerinde benzer deneyimler yaşayan, deneyim ortaklığı olan grup olarak iletişime geçmek, duymak, bağlantı kurmak bile önemli. İçinden geçtiğimiz şartları gerçekçi olarak tartarak, var olan beraberliğe iradi olarak çok fazla mana yükleyip, boğmamak, var olanı maya diye görüp farklı ekmeklerde devam ettirmeye inanıyorum ben. Hangi mücadele alanının öne çıkacağını biraz zaman gösterecek.
112:59
Zeynep: Aslı çok teşekkürler. Esra söz istedi.
Esra: Teşekkürler Zeynep. Şimdi hemen önce bir düzeltme yapayım. Üniversite isimleri zikrettim ama bunu yaparken aidiyetle ilgili bir şey ima etmek istemedim. Aslında söylemeye çalışmıştım, bu durum kişilerin ihraç edilme tarihleriyle alakalı ve farklı tarihlerde yayınlanan KHK’lar aracılığıyla kamu görevinden çıkarılmış olmamızdan kaynaklanıyor. Çünkü bazılarımızın durumunda ihraçlar AİHM’in Köksal – Türkiye kararıyla OHAL Komisyonunu tüketilmesi gereken bir hukuk yolu olarak kabul etmesiyle yakın tarihlere denk geldi. Bu şekilde AİHM yolunun kapandığı izlenimi yaratan bu karar ve peşinden gelen haberler, AİHM’e başvuru yapmak bakımından caydırıcı oldu diyebiliriz. Aslında bir de izleyicilerden gelen bir soruya cevap vermek istiyorum. Diğer hukuki mücadelelerimizi de kolektifleştirebilir miyiz diye sormuşlar. Bu konuda, bana göre, hem yapabileceğimiz şeyler hem de yapamayacağımız şeyler var. Bugüne değin çok zor olmamasına rağmen beceremediğimiz bir şey şu: Hem ihraç edilmemizle ilgili ama hem de bunun da ötesinde atanmama kararları, yükseltilmeme kararları, bursların iptali, fonların iptali gibi birçok konuda açtığımız pek çok dava var. Bunların nasıl sonuçlandığını, çıkan kararları bir yerde toplayıp tasnif etmedik bugüne değin. Çok emek gerektirebilecek bir iş ama koordinasyonu o kadar da zor olmayan bir şey. Belki bunu yapabilirdik, en azından ihtiyaç duyanların açıp baktığında hızlıca çıkmış kararları görebileceği bir sistem geliştirebilirdik, yapamadık. Fakat hala geç değildir belki, hala denenebilir ve daha önemlisi böyle bir şeye hala ihtiyaç var. Çünkü hukuki süreçler hala devam ediyor. Özellikle de OHAL Komisyonundan çıkacak kararlara erişebilmemiz çok önemli. Barış Bildirisi imzacıları bakımından nasıl bir değerlendirme yapılacağını görmemiz gerek. Bu kararların, kişilerin mahremiyetlerine de riayet ederek, paylaşılmasının bir yolunu bulmamız gerek. Herkese aslında birimizin önünde açılmış ya da kapanmış bir kapıdan diğerlerini haberdar etmenin ne kadar önemli olduğunu anlatmamız gerekiyor. Her ne kadar sonuçlarına yalnız başımıza katlanıyor olsak da hepimizi birlikte etkileyen bir şey var burada. Fakat diğer yandan, yapamayacağımız şeyler de var. Ceza davalarında gösterilen dayanışmayı bütün diğer alanlara taşımak mümkün olmayabilir. Biri daha kolay diğeri daha zor diye demiyorum. Çağlayan dayanışması, çok yoğun emek gerektiren bir çabaydı; adliyelere gitmek, hiçbir duruşmayı kaçırmamak, hiç kimseyi yalnız bırakmamak... Ama dava açmak, dava dilekçesi hazırlamak, AİHM’e, AYM’ye, OHAL Komisyonuna başvurular hazırlamak teknik bilgi gerektiriyor ve bu bilgi herkeste olan bir bilgi değil ve bu da kaçınılmaz olarak az kişinin üzerine düşen bir yüke dönüşüyor. Bu yükü dağıtmak da çok mümkün değil. Yeknesak ya da birbirine benzer, birbirine paralel, birbiriyle çelişmeyen başvurular hazırlamak için yükü çok kişi arasında dağıtmak da belki iyi olmayabilir. Biz mesela AİHM başvurularımızda daha önceden hazırlanmış bir taslağı esas almayı bu nedenle tercih etmiştik. AİHM önüne giden başvurularımızın mümkün olduğunca birbiriyle örtüşmesinin önemli olduğunu düşündük. O yüzden de ceza davalarında yapılabilenden farklı olarak bu süreçte tam da onun tadını, onun yarattığı duyguyu yaratacak bir koordinasyon, bir örgütlenme oluşturmak bence mümkün değil. Yani birtakım sınırları var. Bunu da hatırımızda tutarak belki hissettiğimiz o yalnızlık duygusuyla biraz barışabiliriz. Çünkü gerçekten özellikle hukukçuların üstüne çok yük bindiren bir şey var hukuki konularda ve Barış Akademisyeni olan hukukçu akademisyenlerin büyük çoğunluğu aynı zamanda ihraç da edildikleri için zaten bir sürü başka dertlerle meşguller. Bunları da akılda tutalım. Ayrıca belirtmek lazım ki, Türkiye’nin şu koşullarında hukukçu olup da yorgun olmayan yok sanırım. Bu yorgunluk sırf fiziksel bir yorgunluk da değil; aynı zamanda yaptığımız şeyin ne işe yarayacağını, nereye götüreceğini, sonucunun ne olacağını; harcadığımız emeğe değip değmeyeceğini bilememenin yarattığı bir yılgınlık. Bence o yüzden biraz bunları akılda tutarak gerçekçi isteklerde bulunalım.
117:45
Zeynep: Esra çok teşekkürler. Şimdi bazı konuşmacılara özellikle yönelmiş sorular var. Üç tane bu şekilde soru var. Bunları ben iletmek istiyorum ve sizlere söz vermek istiyorum. Özgür Bozdoğan hocaya sormuş Emine Sevim. ‘Barış Akademisyenleri’nin durumları ulusal ve uluslararası kamuoyunda ifade özgürlüğü çerçevesinde görünür oldu. Fakat KHK ihraçlarından önce vakıf üniversitelerinden başlayarak çalışma hakkımız çok çeşitli yöntemlerle aslında engelleniyor. Özel olarak çalışma hakkımız konusunda sendikalar aracılığıyla veya dayanışma ağları ile birlikte ne gibi çalışmalar yapabiliriz önümüzdeki dönemde?’ Aslı Odman’a yine Emine Sevim’in sorusu. ‘Davaların açılmasında da beraat kararlarında da pasaport başvurularında da pek çok eşitsizlik yaşandı ve OHAL Komisyonu kararlarında da benzer bir süreç işletilmesi ihtimali var. Bu durum mücadeleyi ne şekilde etkiliyor ve tek bir arkadaşımız bile kalmayacak şekilde mücadeleyi nasıl sürdürebiliriz?’ Esra Demir’e sorusu: ‘Birleşmiş Milletler ile ilgili süreç konusunda da kısaca bilgi verebilir misiniz? Uluslararası kuruluşlara başvuru yapmak noktasında bir kuruma başvurulduğunda diğerine başvuramama durumu vardı. Bu konuda neler düşünüyorsunuz?’ diye sormuş. Emine’nin soruları bunlar.
120:03
Özgür: Öncelikle şunu söyleyeyim. Tabii ki hocam haklı olarak sadece KESK üyesi ya da Eğitim Sen üyesi ya da kamu üniversitelerinden devlet üniversitelerinden ihraç edilen ya da imzacı arkadaşlar kamu üniversitelerindeki arkadaşların desteklendiğine dair bir yaklaşım içerisindeler. Öyle değil esasında. ILO toplantılarında da hem geçtiğimiz yıl hem de bu yıl vakıf üniversitelerindeki arkadaşların yaşamakta olduğu tüm sorunlara sahip çıkan ve çözüm üreten bir yaklaşım geliştirmeye çalıştık. Fakat meselenin kendisi belki şöyle bir mesele. Vakıf üniversitelerindeki arkadaşlarımızla kamu üniversitelerindeki arkadaşlarımız aynı sendika içerisinde örgütlü değiller. Bizim açımızdan, yani Eğitim Sen’in kendi tüzüğü açısından ve kendi sendikal yaklaşımı açısından, vakıf üniversitelerinde ya da özel öğretim kurumlarında çalışan eğitim ve bilim emekçilerinin Eğitim Sen’e üye olmasını engelleyecek herhangi bir durum söz konusu değil.
Zeynep: Özgür hocam galiba bağlantı ile ilgili bir sorun yaşıyoruz.
122:03
Özgür: Son bir cümleyle o zaman ben özetleyim. Vakıf üniversitelerindeki arkadaşlara kamu üniversiteleri mevzuattan kaynaklı böylesine bir sınırlılık var. Onu da birlikte aşacağımızı ben düşünüyorum. Diyeyim, bu şekilde bitireyim.
Zeynep: Çok teşekkürler. Diğer sorulara cevap vermek ister misiniz? Esra ve Aslı…
Esra: Birleşmiş Milletlerle ilgili soruya cevap vereyim isterseniz. Birleşmiş Milletler başvurusu meselesi, aslında daha önce de küçük gruplar içerisinde konuşuldu. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesine de benzer bir başvuru yapılabilir – AİHM’e yapılana benzeyen aynı şikayetleri dile getiren bir başvuru. Bununla beraber zaten soruda da söylendiği gibi eş zamanlı olarak bu iki kuruluşa başvuru yapılamıyor. Dolayısıyla Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesine başvurabilecek olanlar AİHM’e başvuru yapmamış olanlar. Ya da AİHM’den olası bir olumsuz karar durumunda ve yeni birtakım olguların da eklenmiş olması şartıyla Komiteye başvuru yapmak denenebilir. Ama an itibariyle, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi başvurusu yolu AİHM önünde başvurusu olmayanlar bakımından düşünülebilir. Fakat bence bunu iyi düşünmek gerekiyor. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesinin belki biraz daha kısa sürede karar alması ve belki de AİHM’in içinde bulunduğu bir sürü siyasi kriz ve taşıdığı ve altında ezildiği çeşitli siyasi hassasiyetler olmadığı için daha rahat karar vermesi beklenebilir. Ama ben şundan emin değilim: Komiteye bir başvuru yapılacaksa bunun doğru zamanı şu an mıdır? Ya biraz stratejik davranak, aramızda paylaşıp iki koldan da başvurular yapılması düşünülebilir ya da belki AİHM’e ek dilekçeyi de verdikten sonra nasıl bir refleks göstereceğini, nasıl bir cevap vereceğini bekleyip gördükten sonra bu konu üstünde düşünmek daha mantıklı olabilir. Çünkü bu konu, stratejik hareket etmeyi gerektiriyor. Bu nedenle de hem iyice tartışmak hem de Birleşmiş Milletler usulünü iyi bilenlerden görüş alıp nasıl hareket etmenin daha etkili olabileceğini tartışmamız gerekiyor.
125:00
Zeynep: Teşekkürler. Aslı sana yönelmiş bir soru vardı, onu cevap vermek istersen.
Aslı: Sanırım İrfan ve Emine'nin soruları paralel geldi, o yüzden büyük kısmına bir önceki cevap denememde değinmiş oldum. Aklıma en son Esra'nın biraz önce söylediğinden ilham almak geliyor. Ohal Komisyonu'nun kararını gördükten sonra, bir o karara, bir de o dönemin şartlarına bakıp önümüzdeki yola düşelim. Özgür'ün söylediği çok çarpıcı idi, belli ki nereye koyacaklarını bilemedikleri Barış Akademisyenleri ve Eğitim-sen üyelerinin başvurularını sona bırakmışlar. Bu arada kararlar çıktığı zaman aniden, zincir halinde hızlı bir çıkış olacak. Buna hazırlıklı olmaya çalışabiliriz. Dört seneye yakın hep cevval, ani reflekslerle tepki vermeye alıştık. Gözaltı olsun, khk olsun, oda toplamalar, davalar olsun. Bu süreci de bu şekilde devam ettirmek iyi olacaktır. Bir de görevden alınılan, khk'lanılan üniversiteye geri dönmeme yasağının nasıl bir hak ihlali teşkil ettiğine dair şimdiden bir kampanya düşünülebilir. Pandemi döneminde, rutin Dayanışma Akademileri, Okulları buluşmaları bile online'a taşınmışken, bunu bir hazırlık süreci olarak kullanmak mümkün. Esra'nın hak ihlalleri türleri ve hukuki süreçlerine dair belge veri bankası ihtiyacı olduğuna dair sözü önemliydi. Belki bunu dayanışma okullarından biri yapmayı üzerine alır. TİHV Akademi, İnsan Hakları Okulu veya BirAraDa akademik özgürlükler ile ilgili pek çok, kendi içinde kaynak da yaratarak çok iyi işler yapıyor. Gerek ilk OHAL Komisyonu, gerek ilk AHIM kararları, o dışarıdan ivmeyi verecek yakında. Bu süreci buna hazırlık olarak düşünebiliriz.
127:19
Zeynep: Evet, şimdi bir soru daha var. Bu da genele dair bir soru. İsteyen konuşmacımız cevaplayabilir. Yine bu eşitsizliklerin aslında bir yandan altını çizen bir şey. ‘İstinaf önünde halen bekleyen dosyalar var. Kaç dosya olduğunu biliyor muyuz?’ diye sormuş Alper Akyüz. Bir de şey diye sormuş. ‘Şapkadan tavşan çıkar mı acaba, istinafta?’
Reyda: İstinafta bekleyen kaç dosya kaldığını açıkçası bilmiyorum. Şimdi soruyu görünce Barış İçin Akademisyenler web sitesindeki istatistiklere bakmaya çalıştım. O şekilde kategorize edilmemiş ama şu anda hala 1 erteleme ve 12 mahkûmiyet gözüküyor. Eğer onlar istinafta bekleyen dosyalarsa 13 diye hesaplanabilir diye düşündüm ama tamamen dediğim gibi Barış İçin Akademisyenler sayfasındaki bu şekilde ve bu amaçla kategorize edilmemiş olan sayılar üzerinden akıl yürütmeye çalışıyorum. İstinafta farklı bir karar çıkar mı önümüzdeki süreçte? Hayır çıkmaması gerekir ama Esra’nın da söylediği, daha önce de Berke’nin de benim de belirttiğimiz gibi; hukuki süreçlere ilişkin gerçekten hiçbir şey öngöremiyoruz artık. Meselenin hukukçular olarak bizler için büyük ihtimalle en yürek yorucu taraf da o. Yani hukuken olması gereken bu diyebilmek ama olması gerekenin gerçekleşeceğine dair bir güvence verememek. Bu zaten Türkiye’de hukuk güvenliğinin ne kadar ağır bir şekilde tahrip edilmiş oluğunun en önemli göstergelerinden bir tanesi. Ama şu ana kadarki süreç, gecikmelerle rağmen- mesela neden bütün Barış İçin Akademisyenler dosyalarını önüne alıp bir yanda karar vermiyor mahkeme, bunu da anlamak mümkün değil - istinafta bekleyen dosyalarda bozma kararı verileceği ve yargılamaların ilk derece mahkemelerinde beraat kararıyla sonuçlanacağı yönünde bir öngörüde bulunmamızı sağlıyor. Umuyorum bu şekilde sonuçlanacak kalan davalar da.
130:11
Zeynep: Çok teşekkürler. Bu hukukla ilgili olan, yani hukuku merkeze alan bu bir oturumda şapkadan tavşanla ilgili soruların ve de aynı zamanda çok da yerinde olarak sorulması da ayrıca özel ve çok gerçek. Bazı izleyicilerimizden de yorumlar geldi. Soru değil ama yorumlar. Onları da ben sona bırakmıştım. İsterseniz o yorumları da sizlerle paylaşayım. Sonrasında kapanışa doğru gidelim. Hakan Koçak şöyle söylemiş: ‘OHAL Komisyonu yasadışı bir kurum ve Avrupalı beyaz adamın da katkısı var oluşumunda.’ Ben de katılıyorum. ‘Hele bizim vakada politik emirlerle davranan bir heyet nasıl oluyor da Anayasa Mahkemesi’nin üzerinde olabilir? Bunu ana muhalefet de kabulleniyor. Sanırım sadakat borcu argümanını özellikle bizim için ısıtıyorlar kamuoyuna’ demiş Hakan Koçak yorumunda. Nurcan Özkaplan, Kafka’nın odaları yorumuna aynen katıldığını söylemiş. İrfan Eroğlu, ‘313 gün duruşmaya gidilmiş ve 2441 duruşmaya fiilen katılmışız. Müthiş.’ Demiş ve bu anlamlandırma yapmakla ilgili Aslı’nın değerlendirmesine de katılmış. Bu arada bir KHK ile ihraç olan ancak imza atmadığı halde imzacısın diyerek işini kaybetmiş olan bir kaderdaşımız sıkıntılarını paylaşmış. Bu yorumları da iletmiş olayım. Şimdi konuşmacılarımıza, eğer bir şey söylemek isterlerse bir iki cümle o sözü vermeden önce bu webinar dizisini, yani dört tane webinarın sonuncusunda aslında biz birlikteyiz. Bütün bu seriyi de kapatıyor oluyoruz. Kapatmadan önce webinarların, Barış için Akademisyenler’deki her çalışmada olduğu gibi bir gönüllülerin emeği ile yürüyen bir mutfak var. Webinar mutfağına, buradaki müthiş emeğe teşekkür etmek istiyorum. Emine Sevim, Serap Sarıtaş, Gül Köksal, Cihan Yapıştıran, Ülker Sözen, Ferda Fahrioğlu, Mine Gencer Bek ve Nazım Dikbaş. Çok teşekkür ediyoruz. Hem webinarlardan bir tanesinde katılımcıları olarak hem de Barış için Akademisyenler olarak. Anayasa Mahkemesinin birinci yılında bu değerlendirme imkanını müthiş bir emekle bize sağladığınız için teşekkür ediyoruz, diyeyim. Ben konuşmacılara döneyim. Eğer söylemek istediğiniz bir şeyler var ise son birkaç söz, sonrasında da kapatalım oturumu.
Aslı: Aynı sırayla aynı teşekkürlere katılmak istiyorum. Şükran duygusunun fazlası olmaz şiarı ve bir emeği unutuyor olmanın endişesi ile: teyit, istişare, güven ve müşterekleşme ve silsilelerini adım adım örerek, fiziken tüm duruşma salonlarındaki duruşmaları gönüllü olarak takip eden, anlık ve ardıl sosyal medyasını yapan, veri bankasını kuran, enformatiğini yapan, arşivleyen, raporlayan, tercüme eden, kamusallaştıran, diğer barış akademisyenleri, avukatları, destekçi kurum ve bireylerle ilişkileri götüren, enformatiğini yapan, sosyal medyası, hukuki mütalaası, basın açıklaması, afişi, görseli, web sitesiyle, uluslararası ilişkilerle, avukatlarla müvekkiller arasında, avukatlarla diğer müvekkiller arasında ilişkileri kuran arkadaşları; fiziken Çağlayan'da olamayan ama tüm bu işlere yurtdışından veya memleketin diğer köşelerinden el atan, emek veren arkadaşları; tüm baskı altında, işi, hayatı, memleket meseleleri ve akademi ile ilişkisini kurmaya çalışarak savunma yapan, yapamadığı için üzülen barış akademisyenlerini; onlara desteğe gelen dayanışanları; tabi ki tabi ki altını kalın kalın çizerek neredeyse çoğu gönüllü olan yetkin, fedakar avukatlarımızı; hukukla mücadelemizi takip eden bağımsız basın mensubu dostları, her basın açıklamasında megafonu ve afiş ile yanımızda ve zaten içimizden olan Eğitim-Sen İstanbul 6. Üniversiteler şubesi'nden arkadaşları, burada da dava sürecinin her anının her kaydının eksiksiz basında yer almasını sağlayan bianet'den önce Beyza Kural, daha sonra Çağlayandaşımız olan Tansu Pişkin'i, tüm sürece destek veren kurum ve kişileri bir daha analım. Tüm bu insan emek ve bir amaca yönelmiş insan enerjisinin organik bir birleşimi idi, iyisi kötüsü ile bu son 5 yıllık süreç. Webinarımızın ciddiyetini bozmayacaksa, saydıkça özlediğimi de farkettim, özlediklerime de buradan ayrıca sosyal mesafesiz sarılmak istiyorum.
Zeynep: Çok teşekkürler, bilmukabele. Sürgündeki arkadaşlardan da Aslı’ya aynı kucaklaşma isteğiyle. Başka eklemek istediğiniz bir şey var mı acaba?
135:49
Reyda: Müthiş bir dayanışma ve emek süreci, başından beri, Barış İçin Akademisyenler süreci. Aynı dayanışma ve emek de farklı formlar alarak devam edecek, mücadele devam ettikçe. Dolayısıyla emeği geçen herkesin emeklerine sağlık. Ayrıca bu organizasyonu gerçekleştiren herkese - mesela online ortamda teknik hiçbir aksaklık yaşanmadan dört haftadır bu seminerleri gerçekleştirebilmenin ne kadar zor olduğunu ancak tahmin edebilirim - emekleri için çok teşekkür ediyorum ben de kendi adıma ve herkese sevgilerimi yolluyorum.
Özgür: Ben de isterseniz kısa birkaç şey söyleyeyim. Umarım gelecek sene aynı şekilde Anayasa Mahkemesi’nin kararının ikinci yıldönümünde neredeyizi tartışmayız. Bundan sonra başka konuları tartışırız. Belli bir süre daha böyle devam edecek gibi görünüyor. Ama burada en önemli olan konu ısrarlı bir şekilde durduğumuz yeri korumak, savunmak ve ileri doğru sürekli adım atmak. Ben tüm katılımcı arkadaşlara da izleyenlere de mücadelenin içinde yer alan tüm arkadaşlara da selamlarımı saygılarımı iletiyorum. Dayanışmayla devam edeceğiz.
Zeynep: Teşekkürler. Esra’cığım sen bir şey söylemek istiyor muydun?
Esra: Ben de Özgür hocanın dileğine canı gönülden katılıyorum. Emeği geçen herkese çok teşekkürler.
Zeynep: Ben de sizlere teşekkür ediyorum. Bu oturumu kapatacağız ama konuşmacı olarak arkadaşlarımıza bir beş dakika yayını kapattıktan sonra kalmalarını rica ediyoruz. Umarım süreniz müsaittir. Oldu mu? Çok teşekkürler. Sevili Barış için Akademisyen arkadaşları ben de Özgür hocanın gerçekten dileğine katılıyorum. Anayasa Mahkemesi’nin ikinci yıldönümünde daha güzel ve aydınlık konuları konuşmayı diliyorum. Herkese çok sevgiler, sürgünden. Hoşça kalın.