20 Temmuz günü Ankara buluşmasına ve YÖK’te yapılacak sözlü savunmalar ile ilgili görüş

Yazar / Referans: 
BAK HUKUK
Tarih: 
10.07.2016

Sevgili Barış İçin Akademisyenler,

Bildiğiniz üzere, bir süredir gerek BAK’ın ana gövdesi ve gerekse BAK Hukuk olarak, 20 Temmuz günü Ankara buluşmasına ve YÖK’te yapılacak sözlü savunmalara kilitlenmiş durumdayız. Savunma hazırlıkları ve hep altını çizdiğimiz üzere savunmanın ayrılmaz bir parçası olan dayanışmanın büyütülmesi çalışmaları, tarih belli olduğu günden bu yana sürüyor. 

Hatırlanacağı gibi Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı, Üniversite Rektörlüklerine 30.11.2015 günlü yazıyı göndererek; 2547 sayılı Kanun ve mevcut Yönetmeliğe göre başlatılmış ve henüz tamamlanmamış olan soruşturmalarda, 657 sayılı Kanun’daki disipline ilişkin hükümlerin, her iki kanunda bulunmayan usul kuralları açısından Yükseköğretim Kurumları Yönetici Öğretim Elemanı ve Memurları Disiplin Yönetmeliğinde yer alan usule ilişkin hükümlerin uygulanacağını bildirmişti. Bizler hakkında başlatılan soruşturmalar da Yükseköğretim Genel Kurulu’nun 12.11.2015 tarihli bu kararına göre yürütülmüştü. 

Bu hafta yaşadığımız iki gelişme, BAK Hukuk olarak sürece ilişkin kısa ve çerçeve bir açıklama yapmamızı zorunlu hale getirdi. Bu gelişmelerden birincisi Danıştay 8. Dairesi tarafından, Yükseköğretim Genel Kurulunun 12.11.2015 tarihli toplantısında alınan 2015.14.486 sayılı bu kararının iptali için açılmış davada, yürütmenin durdurulmasına ilişkin ara karar verilmiş olması. Diğeri ise bu ara karar üzerine, kimi görüşlerin kamuoyu ile paylaşılmış olması. 

Öncelikle belirtmek isteriz ki, hakkımızda yürütülen disiplin soruşturmalarına etkisinden bağımsız, Danıştay 8. Dairesi tarafından verilen karar, esasta, Türkiye’de hukuksal alanda yaşanan karmaşa ve garabetin bir özetinden ibarettir. Anımsanacağı üzere, bildirinin yayımlandığı günden bu yana, Anayasa Mahkemesi’nin 2547 sayılı Kanun’un 53. maddesinin b fıkrasının 2.cümlesinin iptali kararına atıf yaparak, halihazırda hakkımızda başlatılan disiplin soruşturmalarının yok hükmünde ve dayanaksız olduğunu tartışıyor ve hukuksal olarak da dile getiriyoruz. Gelinen noktada, Danıştay 8. Dairesi kararı da belirli yönleri ile başından beri dile getirdiğimiz hukuki görüşü ve yürüttüğümüz hukuki tartışmayı destekler nitelikte. Ancak aynı karar, başka bazı bölümleri ile, kendisini yasa koyucu olarak görüp, Anayasa Mahkemesi’nin altını çizdiği “hukuksalboşluğu” doldurmaya girişmekte.

Kararın incelenmesi sonucunda özellikle aşağıda alıntıladığımız kısmın önemli olduğunu düşünüyoruz; 

“(…) Yüksek Mahkemenin söz konusu kararında, disiplin uygulamalarına ilişkin genel ilkeler, disiplin cezalarını gerektiren hal ve durumlar, disiplin cezası vermeye yetkili amir ve kurullar, disiplin cezalarının verilmesinde zamanaşımı ve karar verme süreleri, yüksek disiplin kurulunun çalışma usul ve yöntemleri, kurul kararlarına itiraz ve savunma hakkı başta olmak üzere kamu görevlilerinin hakları, cezaların tatbik edilme şekli ve disiplin cezalarının hangi hallerde özlük dosyasından silinebileceği gibi disipline dair usul ve esasların tümünün kanunla düzenlenmesi gerektiğine vurgu yapıldığından, yasal dayanaktan yoksun hale gelen Yönetmeliğin usule ilişkin hükümlerinin de uygulanmasına hukuken olanak bulunmamaktadır(…)”

Kararın alıntıladığımız bölümü, şimdiye kadar yürütülen idari soruşturmalarda dile getirdiğimiz itirazın altını çizmesinin yanı sıra, içinden geçtiğimiz “ceza ile terbiye edilme süreci” açısından da umut vericidir! 

Ancak aynı kararın devamında şu ifadeler yer almaktadır: 

“Devlet memurlarına uygulanacak disiplin cezaları ile bu cezayı gerektiren fiil ve haller esas olarak 657 sayılı Kanun'un 125. maddesinde sayılmıştır. Ancak aynı maddede, özel kanunların disiplin suç ve cezalarına ilişkin hükümlerinin saklı olduğu belirtilmiştir. Bu anlamda, yükseköğretim personeline ilişkin olarak öncelikle 2547 sayılı Kanun'a bakmak gerekecektir. Sözü edilen Kanunun 53. maddesinin (b) bendinin Anayasa Mahkemesi kararından sonraki mevcut halinde, sadece öğretim elemanları, memur ve diğer personele uygulanabilecek disiplin cezaları sayılmakta, ancak bu cezayı gerektiren fiil ve haller ile disiplin uygulamalarına ilişkin genel ilkeler, disiplin cezası vermeye yetkili amir ve kurullar, disiplin cezalarının verilmesinde zamanaşımı ve karar verme süreleri, yüksek disiplin kurulunun çalışma usul ve yöntemleri, kurul kararlarına itiraz, savunma hakkı, cezaların tatbik edilme şekli ve disiplin cezalarının hangi hallerde özlük dosyasından silinebileceği gibi disipline dair usul ve. esaslar yer almamaktadır. Bu itibarla, özel kanun olan 2547 sayılı Yasa'da yer almayan disipline ilişkin konularda, genel kanun niteliğinde bulunan 657 sayılı Yasa hükümlerini uygulamak gerekecektir. Aksi düşünce, mevzuata aykırı davranan yükseköğretim personeline halen yürürlükte bulunan disiplin cezalarının uygulanmaması sonucunu, doğuracak, bu durum da kurumların çalışma düzeninin bozulmasına ve kuruluş amacı olan eğitim-öğretim hizmetlerinin sekteye uğramasına neden olacaktır.”

Mahkeme bu gerekçelerle, 12.11.2015 tarihli YÖK kararının bu bölümü (657 sayılı Kanun’daki disipline ilişkin hükümlerin uygulanacağı bölümünü) hakkında yürütmenin durdurulması talebini reddetmiştir! Oysa Yükseköğretim Kurulu’nun 657 sayılı Kanun’un uygulanması yönündeki bu kararı/tasarrufu, bizatihi 657 sayılı Kanun’un kendisine ve Anayasa’nın temel ilkelerine aykırıdır. Bu açık ve bariz hukuka aykırılığı, 20 Temmuzda YÖK’te ve tüm hukuki süreçlerde tartışmaya elbette devam edeceğiz. 

Ancak kararın bu bölümü ve yanı sıra geçtiğimiz günlerde hayatımıza giren YÖK Yasa tasarısı; Danıştay 8. Dairesi’nin sadece usul hükümleri yönünden verdiği yürütmenin durdurulması kararına ve sonrasına ilişkin temkinli olmamızı ve tereddütle yaklaşmamızı zorunlu kılıyor. Bu nedenle olumlu görüş bildirmenin, dahası “süreç bitti” düşüncesi ile rehavete kapılarak, gerek savunma hazırlıklarımızı, gerekse dayanışma faaliyetlerimizi zayıflatmamızın imkanı bulunmamaktadır. Zira hepimizin bildiği üzere, davaya konu YÖK kararı, AYM’nin açık ve gerekçeli iptal kararına rağmen alınmış bir karardır. Ve üniversitelerde başlatılan hukuksuz soruşturmalar da yine AYM kararına rağmen yürütülmüştür. 

Kaldı ki kararın “uygulanabilecek usul kurallarının mevcut olmadığı” noktasında başından beri ileri sürdüğümüz hukuki argümanı teyit etmesi de yetmemekte, bu durum 20Temmuzda karşımıza çıkacak olasılıkları sınırlamamaktadır. 

YÖK usul hükümlerinin uygulanması hususunda yürütmenin durdurulması kararını dikkate alarak sözlü savunma aşamasını erteleyip, yürütmeyi durdurma kararına itiraz üzerine İdari Dava Daireleri Kurulu’nun vereceği kararı ya da nihai kararı beklemeyi tercih edebilir. YÖK usuli eksiklik var diyerek -yeni düzenleme yapılana kadar süreci uzatmak adına- veya kendisinin el çekmesi gerektiğine karar vererek yetkisizlik kararı ile dosyaları üniversitelere geri gönderebilir. Bir başka olasılık olarak da süreci aynen işletip ceza verebilir ya da talepleri reddedebilir…

Kısacası Danıştay’ın verdiği yürütmeyi durdurma kararı YÖK’ün yetkisizliğini hukuken tescil etmiş olsa da, YÖK’ün 20 Temmuz günü hukuki olarak (ve aslında politik olarak) nasıl bir yol izleyeceğini öngörmek mümkün değil. 

Oysa bir hukuk devletinde yapılması gereken açıktır: YÖK derhal elini bu soruşturmalardan çekmeli ve kendisinin yetkisiz olduğuna karar vermelidir.

Ancak bizler için bu da yeterli değil. Çünkü halihazırda hakkımızda yürütülen disiplin soruşturmaları kapanmış değildir; hukuken ve fiilen varlığını sürdürmekte ve hayatlarımızı etkilemeye devam etmektedir. Bu soruşturma dosyaları kendiliğinden ortadan kalkmayacağı için, hukuken yapılması gereken, bu soruşturmaları açan idari mercilerinsoruşturma açma kararını geri almaları ve dosyaları kapatarak soruşturmaları bütün sonuçlarıyla ortadan kaldırmalarıdır. 

Malum olduğu üzere, politik iklime uygun bir keyfilik, içinden geçtiğimiz sürecin temel belirleyici halkasıdır. Aksi olsa idi, zaten böyle bir Danıştay kararı olmaksızın, bu soruşturmaların hiç başlatılamaması gerekirdi. Yineleyelim, Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararı, kendiliğinden soruşturmaların düşmesi sonucunu doğurmamaktadır.

 

Dolayısıyla, bugün ve önümüzdeki aylarda da süreci politik ve hukuki olarak takip etme zorunluluğu her zamankinden daha günceldir!

 

Sonuç olarak bizlerin önünde 20 Temmuz için nitelikli bir hukuki hazırlık ve kuvvetli bir dayanışma örgütlemek dışında bir seçenek yok. Daha önce de altını defalarca çizdiğimiz üzere, arkadaşlarımızın tutuklu olduğu dönemde de onları özgürlüğüne kavuşturan salt hukuki mücadele değildi. Aynı şekilde bu süreçte de, 20 Temmuz ya da başka bir tarihte, bizlerin üniversitelerimizdeki varlığımızın, mesleki güvencemizin sürekliliğinin salt hukuki mücadeleye bağlı olmadığını; aksine kendi içimizdeki dayanışma ve kamuoyu desteğine bağlı olduğunu çok iyi biliyoruz. 

 

Dayanışmayla,

BAK HUKUK