Özgür Müftüoğlu'nun Beyanı

Yazar / Referans: 
Beyza Kural, Bianet
Tarih: 
24.04.2018

"81 milyonun bugününü ve geleceğini belirleyecek olan politikalarda bilimsel doğrulardan hızla uzaklaşılacak ve yanlış politikaların bedelini de yine bu toplum ödemek zorunda kalacaktır. Mahkemenizin “Bu suça ortak olmayacağız” metninin suç olup olmadığı yönünde vereceği kararının bu açıdan da son derece önemli olduğunu belirtmek isterim."

Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesi'nden ihraç edilen Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu'nun Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 33. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.

Bugün mahkemeniz karşısında bulunma nedenim, yargılanan diğer akademisyen meslektaşlarım gibi 2016 yılı Ocak ayında imzalamış olduğum “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı metindir.

Bu metne imza attığım için hukuksuz biçimde 28 yıldır akademik çalışmalarımı yürüttüğüm Marmara Üniversitesi’ndeki görevimden ihraç edildim. Hukuksuz bir biçimde ihraç edildim çünkü, hiçbir yargılama sürecinden geçmedim, savunma hakkımı kullanamadım ve üniversite yöneticileri benim tüm bu haklarımı ihlal ederek kendilerini savcı, hakim yerine koyarak, üniversiteden ihraç edilmem için ismimi YÖK’e bildirdi.

Oysa gerek Anayasa’nın 120. maddesi gerekse Türkiye’nin taraf olduğu AİHS’nin 15. maddesi olağanüstü hallerde dahi yargısız ceza verilemeyeceğini açık biçimde belirtmiştir. 29 Nisan 2017 tarihinde çıkartılan KHK ile üniversitedeki görevimden ihraç edilmemin ardından, üniversitedeki işimden atılmakla kalmadım, sadece kamu değil, özel yükseköğretim ve araştırma kurumlarında çalışma olanaklarım da elimden alındı.

Öte yandan pasaportuma el konuldu ve yurtdışına çıkışım engellendi. Bunlar benim çalışma hakkımın ihlal edilmesi ve seyahat özgürlüğümün engellenmesinin ötesinde yaşamımı sürdürecek bir gelirden yoksun kalmam ve dolayısıyla adeta yaşam hakkımın engellenmesidir.

Söz konusu metne atmış olduğum imza nedeniyle uğradığım haksızlıklar bununla da sınırlı değildir.  Bu metindeki imza nedeniyle devletin en başındaki isimlerin hakaretleri ve hedef göstermelerinin sonucu olarak, “kanımızda duş alma” fantezilerini de içeren tehditlerden, aslında “yaşama hakkımızın olmadığı”na kadar kamuoyuna yapılan birçok açıklamaya da diğer imzacı arkadaşlarım gibi ben de maruz kaldım.

Karşı karşıya kaldığımız hakaret, hedef haline getirilme ve tehditler nedeniyle yaptığımız suç duyurularının pek çoğu maalesef sonuçsuz kaldı. Ama yargıdan umudumuzu kesmiş değiliz elbette, maruz kaldığımız bu haksızlıklara ilişkin hukuk mücadelemizi sonuna kadar sürdürmeye devam edeceğiz.

Tüm bu haksızlık ve hukuksuzluklar üzerine, söz konusu metnin yayınlanmasının üzerinden neredeyse bir buçuk yıl geçtikten sonra hakkımızda bir de “terör örgütü propagandası yapmak” iddiasıyla, şu anda burada bulunmama neden olan dava açıldı.

İçeriği itibariyle barışı talep eden, devlet yetkililerine başta Anayasa, yasalar ve uluslararası sözleşmeleri hatırlatan bir metin nedeniyle, hukuk devleti olduğunu Anayasası ile teyit etmiş bir ülkede “terör örgütü propagandası yapmak”la suçlanmak, son derece hazindir. Ancak, yaşamımı tümünden etkileyen haksızlıklara maruz kaldığım bir metin üzerine açılan bu davayı, tarihe geçecek bir yargı süreci içinde düşüncelerimi bir kez daha ifade etme vesile olacağı için olumlu telakki ettiğimi de söylemeliyim.

“Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı metne imza attığım 2016 yılı Ocak ayı, Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde sokağa çıkma yasaklarının ilan edildiği ve sivil ölüm haberlerinin geldiği bir dönemdir. Bu dönemde, evinin önünde öldürülen çocuğunun cenazesini buzdolabında saklamak zorunda kalan annenin; evinin kapısında kurşunlanarak yaralanan annesine ulaşamadığı için onun ölümünü izleyen, cesedini günlerce sokaktan kaldıramayan evlatların haberleri ulusal medyada yayınlanmaktadır.

Başta, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri, Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu (Venedik Komisyonu), İnsan Hakları İzleme Örgütü, Uluslararası Af Örgütü gibi insan hakları alanındaki en yetkin uluslararası kuruluşlar ile Türk Tabipleri Birliği, Türkiye İnsan Hakları Kurumu, Diyarbakır Barosu, Türkiye İnsan Hakları Derneği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı (THİV) gibi ulusal kuruluşlar da sokağa çıkma yasakları süresince yaşanan hak ihlalleri konusunda ayrıntılı raporlar yayınlaşmışlardır. Savunmamın ekinde internet erişim adreslerine yer verdiğim söz konusu raporlar yaşananları çarpıcı biçimde ortaya koyaktadır. 

Örneğin, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın Mart 2016’da yayınladığı “16 Ağustos 2015 – 18 Mart 2016 Tarihleri Arasında Sokağa Çıkma Yasakları Ve Yaşamlarını Yitiren Siviller” başlıklı raporu Ağustos 2015’den itibaren ilan edilen süresiz sokağa çıkma yasakları nedeniyle 2 milyona yakın yurttaşın gıdaya, suya, geçim kaynaklarına, acil sağlık hizmetlerine, eğitime, adalete erişim gibi en temel insani hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakıldığını belirtmektedir.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin Şubat 2017 tarihinde yayınladığı rapora göre ise sürdürülen operasyonlar sırasında Türkiye’nin güneydoğusunda yaşayan 355.000’i aşkın yuttaş evlerini terk ederek, göç etmek zorunda bırakılmıştır. Öte yandan bölgenin kültürel ve tarihi mirası onarılamaz biçimde tahrip edilmiştir.

TİHV’nın Ağustos 2016 ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin Şubat 2017 raporuna göre; Güneydoğu’da sokağa çıkma yasakları sırasında, resmi olarak belirlenebilen 323 sivil yaşamını kaybetmiştir. Bu rapora göre yaşamını kaybedenlerin 79’u çocuk, 71’i kadın, 30’u ise 60 yaşın üzerindedir. Sadece 2015 yılında çatışmalı ortamlarda yaşamını yitiren sivil sayısı 222’dir. Barış sürecinin 2015 yılının Temmuz ayında sona erdirildiği düşünüldüğünde sadece altı aylık süre içerisinde 222 sivilin yaşamını yitirdiğini söyleyebiliriz. Bu arada 2002 yılından 2015 yılına kadar geçen 13 yıl içerisinde çatışmalarda ölen sivil sayısının toplam 87; çözüm sürecinin geçerli olduğu 2013-2014 yıllarında ise sadece 1 olduğunu da barış ortamının değerini vurgulamak amacıyla ayrıca anımsatmak isterim.

Yukarıda belirtilen ulusal ve uluslararası kuruluşlar tarafından bu döneme ilişkin olarak yayınlanan  raporlar, söz konusu çatışmalar sırasında resmi makamlar tarafından alınan önlemlerin uluslararası hukuk kuralları ihlal edilerek, yasal denetim olmadan gerçekleştirildiği; orantısız güç kullanıldığı ve sivillerin yaşam hakkı başta olmak üzere temel haklarını korumadığı görüşünde ortaklaşmaktadır. Yine bu raporlarda söz konusu iddiaların mesnetsiz olduğunu ikna edici bir biçimde ispat etme yükümlülüğünün Türk makamlarına düştüğü de belirtilmektedir.

Türkiye belirli bir demokrasi geleneğine sahip, Birleşmiş Milletler’in kurucu ülkeleri içinde yer alan ve temel insan haklarını diğer birçok devletten önce kabul edip, yasalarına yansıtmış bir ülkedir. Böyle bir ülkede en temel insan hakkı olan yaşam hakkının ihlal edildiği haberleri karşısında devlet yetkisini kullananlardan, Türkiye’nin yasalarına, imzalamış olduğu uluslararası sözleşmelere yani hukuka ve tüm bunların yanı sıra temel insan haklarına riayet etmelerini talep etmenin bir yurttaşlık görevi olduğuna inanıyorum.

Öte yandan imzalamış olduğum metnin 15.12.1978’de, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda oy birliği ile kabul edilen bildiride belirtilen “... her insan ırk, din, dil, cinsiyet ayrımı gözetilmeksizin doğuştan barış içinde yaşama hakkına sahiptir” ifadesinin savunusu olduğunu düşünüyorum. 2013 yılında TBMM’de kurulan Anayasa Uzlaşma Kurulu, benim savunduğum “barış içinde yaşama hakkı” konusunda şu ifadeler üzerinde uzlaşmıştır: “Barış içinde ve silahsızlanmış bir toplumda yaşama hakkı: Herkes, barış içinde ve şiddetten korunarak yaşama hakkına sahiptir. Devlet bu hakkı güvence altına almak amacıyla silaha erişimi zorlaştıracak önlemleri alır. Devlet, toplumsal kesimler arasında veya belli bir toplumsal kesime yöneltilmiş nefreti teşvik eden ve yayan her tür söylem ve faaliyetin önlenmesi için yasal düzenlemeler yapar ve etkin ve caydırıcı önlemler alır.”

Görüldüğü gibi bu davaya gerekçe oluşturan metinle barış talep etmek, savcılık makamının iddia ettiği gibi “terör propagandası” yapmak bir yana uluslararası ve ulusal mevzuatlarla da tanınmış olan “barış içinde yaşama hakkı”nın tamamen düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde savunulmasıdır. 

Buraya kadar ifade ettiklerim bir yurttaş olarak “bu suça ortak olmayacağız” metnine imza atma gerekçelerimdir. Sosyal Politika alanında çalışmalar yapan toplum bilimci bir akademisyen olarak bu metne imza atma gerekçelerimi de kısaca paylaşmak istiyorum.

Akademisyen olmanın yani bilim insanı olmanın gereği, hakikatleri araştırıp, ortaya çıkartmak ve toplumla paylaşmaktır. Ben de 28 yıllık akademik yaşamımda bir toplum bilimci olarak ekonomik ve siyasi erkten bağımsız olarak bilimin evrensel kuralları çerçevesinde hakikatleri arayıp ortaya çıkartmaya ve toplumla paylaşmaya çalıştım.

Bu nedenle egemen güçlerin etkisi altındaki akademide görmediğim ilgiyi, bu sistemin yükünü sırtında taşıyan işçilerden, emekçilerden, yoksul ve ayrımcılığa uğramış halk kesimlerinden gördüm. İktidar sahiplerinin iktidarlarını nasıl sürdüreceği ya da patronların nasıl daha fazla kazanacağı üzerine hiç kafa yormadım; derdim madenlerde, inşaatlarda işçi ölümlerinin nasıl önlenebileceği; sağlık hakkının, barınma hakkının, çalışma hakkının nasıl sağlanacağı oldu. Bu çalışmaları yürütürken, emek piyasasındaki ayrımcılığa tanık oldum. Siyasal ve kültürel haklarını kullanamayan milyonlarca emekçinin yaşadıklarına tanıklık ettim. Tüm bunlara tanıklık ederken, insan hakları çerçevesinde siyasal ve kültürel hakların da ne denli önemli olduğunu gördüm.

Bunların yanı sıra şunu da sizlerle paylaşmak isterim: Söz konusu metni imzaladığım dönemde Uluslararası Sosyal Politika dersini yürütmekteydim ve bu derste birçok uluslararası sözleşme gibi 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni de anlatıyordum. Bunu da insanlığın bin yıllardır sürdürdüğü mücadelelerin bir sonucu olduğunu ve bu sözleşmede ifade edilen tüm hakları elde etmek ve korumak için mücadele edilmesi gerektiğini vurguluyordum.

Benim derslerde bunları anlattığım bir dönemde yaşanan (yukarıda da çeşitli raporlara dayanarak belirttiğim) hak ihlalleri karşısında sessiz kalmam, hem o zamana kadar derslerde, seminerlerde anlattıklarım hem de çeşitli platformlarda yazdıklarımla çelişen bir tutum olurdu. Toplum bilimci bir akademisyen olarak, Türkiye’nin toplumsal yapısında derin bir yara oluşturacağını düşündüğüm bir konuyu görmezden gelerek, devlet yetkililerini uyarmaktan kaçınmak ise akademisyen sorumluluğunun yerine getirilmemesi anlamına gelirdi!

Şunu anımsatmak isterim ki; Bilimde tek ve mutlak doğru yoktur. Bu nedenle herkesin düşüncesini özgürce ifade edebileceği bir akademik ortam, bilimsel faaliyetlerin olmazsa olmaz koşuludur. Akademik özerklik olarak tanımlayabileceğimiz bu ortamın ortadan kalkması evrensel bilgiye ve hakikatlere ulaşmayı olanaksız kılar.

“Bu suça ortak olmayacağız” metninin kamuoyunda paylaşılmasının ardından siyasi erki temsil edenlerden gördüğümüz tepki ve bunun ardından dört arkadaşımızın tutuklanması, işten çıkartma ve KHK ile ihraçlarla akademiden uzaklaştırma ve nihayet “terör örgütü propagandası” yapmakla suçlandığımız bu davalar, sadece biz imzacılara değil, tüm akademiye yönelik bir baskıdır. Bu baskı, akademisyenlerin siyasi erkin politikalarıyla aynı yönde olmayan herhangi bir görüş açıklamasını açık biçimde engellemektedir.

Siyasi erk, kendi dönemsel çıkarlarına göre politikalarını değiştirebilir, bu doğaldır. Ancak hakikatler bu politikalarla birlikte değişmez. Türkiye’de çözüm süreci ve ardından bu sürecin sona erdirilmesi bunun en açık örneğidir. 2015 yılı Haziran ayına kadar çözüm süreci ve barışı savunmak suç değilken, bu dönemin ardından suç olarak kabul edilmeye başlamıştır. Böylece düşünce ve ifade özgürlüğü ile birlikte akademik özgürlük de ortadan kaldırılmıştır.

Akademik özgürlüklerin ortadan kalkmasıyla akademi siyasi erkin politikalarını eleştiremeyecek, tartışamayacak ve olası yanlışlar karşısında uyaramayacaktır. Kısacası, 81 milyonun bugününü ve geleceğini belirleyecek olan politikalarda bilimsel doğrulardan hızla uzaklaşılacak ve yanlış politikaların bedelini de yine bu toplum ödemek zorunda kalacaktır. Mahkemenizin “Bu suça ortak olmayacağız” metninin suç olup olmadığı yönünde vereceği kararının bu açıdan da son derece önemli olduğunu belirtmek isterim.    

Sözlerime son verirken şunu özellikle vurgulamak isterim ki; içinde bulunduğumuz Ortadoğu coğrafyası, devlet yetkisini kullananların hukuka riayet etmediği, demokrasinin, insan haklarının evrensel kurallarını uygulamadığı ve bunun sonucu olarak da toplumsal barışını tesis edemediği için halkları büyük acılar çeken ülkelerle doludur.

Irak, Afganistan, Libya, Suriye bu ülkelerden bazılarıdır. Ben Türkiye’de halkların, bu ülke halklarının çektiği acıları çekmesini istemiyorum. Bu nedenle de demokrasiye, insan haklarına, hukukun üstünlüğüne ve ancak tüm bunların sonucunda gerçekleşebilecek olan toplumsal barışın sağlanması için sorumluluk sahibi her yurttaşın, düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde bu değerlere sahip çıkması gerektiğine inanıyorum.

Özetle, bu davanın gerekçesi olan metne atılan imzayı, devletin yetkilerini kullananları hukuk ve insan hakları ile barış hakkı konusunda bir yurttaşın hak arayışı olarak; ama aynı zaman bir akademisyenin topluma karşı görevini yerine getirmesi olarak değerlendirebilirsiniz.

Dileğim, benim ve diğer arkadaşlarımın karşı karşıya olduğu adaletsizliğin bir an önce sona ermesi, barış talebimizin beraat etmesi ve vereceğiniz kararın Türkiye’de insan haklarının, hukukun üstünlüğünün yeniden tesis edilmesine katkı sağlamasıdır! (ÖM/BK)

Temel Kaynaklar

Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserliği,  Türkiye’nin Güneydoğu Bölgesindeki Terörle Mücadele Operasyonlarının İnsan Haklarına Etkilerine İlişkin Memorandum, (2 Aralık 2016)   http://hakikatadalethafiza.org/wp-content/uploads/2016/12/2016.12.02_Mom...

İnsan Hakları Derneği Doğu Ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi Çatışmalı Ortamlarda Meydana Gelen İnsan Hakları İhlalleri (24 Temmuz 2015 – 24 Temmuz 2016)

http://hakikatadalethafiza.org/wp-content/uploads/2016/09/2016.08.30_IHD...

TİHV (Türkiye İnsan Hakları Vakfı) Dokümantasyon Merkezi Verilerine Göre 16 Ağustos 2015 - 16 Ağustos 2016 Tarihleri Arasında Sokağa Çıkma Yasakları Ve Yaşamını Yitiren Siviller http://hakikatadalethafiza.org/kaynak/tihv-dokumantasyon-merkezi-veriler...

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Güneydoğu Türkiye’de İnsan Haklarının Durumu Raporu, Temmuz 2015 – Aralık 2016 (Şubat 2017) http://www.ohchr.org/Documents/Countries/TR/OHCHR_South-East_Turkey2015-...

TİHV (Türkiye İnsan Hakları Vakfı) 16 Ağustos 2015 – 1 Kasım 2017 Tarihleri Arasında İlan Edilen Sokağa Çıkma Yasakları https://tihv.org.tr/16-agustos-2015-1-kasim-2017-tarihleri-arasinda-ilan...

Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu (VENEDİK Komisyonu), Sokağa Çıkma Yasaklarının Yasal Çerçevesi Hakkında Görüş Raporu http://hakikatadalethafiza.org/wp-content/uploads/2016/07/2016.06.11_Ven...

Kaynak: https://m.bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/196483-ozgur-muftuoglu-nun-b...