Reyda Ergün'ün Beyanı

Yazar / Referans: 
Tansu Pişkin, Bianet
Tarih: 
19.06.2018

"İfade özgürlüğü söz konusu olduğunda, bir hukuk devletinde yargının görevi, demokratik toplumun temelini oluşturan bu özgürlüğü, uluslararası insan hakları standartları çerçevesinde ve olabilecek en geniş biçimde güvence altına almaktır."

Kadir Has Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Reyda Ergün’ün Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 36. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki 13 sayfalık beyanını yayınlıyoruz.

 

Heyetinizin de içinde bulunduğu onun üstünde ağır ceza mahkemesi heyeti önünde bugüne kadar ifade vermiş olan doksana yakın akademisyenin, değerli hocalarım ve meslektaşlarımın söylediklerinden farklı ne söyleyebilirim bilmiyorum. Yine heyetinizin de içinde bulunduğu iki mahkeme heyeti tarafından 15 davada hüküm de verilmiş olduğu düşünüldüğünde, benim bugün burada söyleyeceklerimin yargılama sürecine bir etkisi olup olmayacağını da bilmiyorum.

Bu durumda sanırım yapabileceğim tek şey, hukuk lisans öğrenimimin, insan hakları hukuku yüksek lisans öğrenimimin, kamu hukuku doktora öğrenimimin ve çalışma alanlarım olan hukuk felsefesi, siyaset felsefesi, demokrasi teorisi, insan hakları ve hak kuramları, hukuk metodolojisi gibi disiplinlerin son yirmi yılda bana kazandırmış olduğu hukuk bilgisi ve kavramsal perspektif ışığında bazı değerlendirmelerde bulunmak olabilir. 

Önünüzdeki 2017/178 esas sayılı dosyanın tek sanığı benim. Ancak hepimizin bildiği ve avukatlarımızın defalarca dile getirmiş olduğu gibi, şu ana kadar kamuoyunda Barış Bildirisi olarak bilinen imza metninin altında isimleri bulunduğu için haklarında kamu davası açılmış olan 400”e yakın akademisyen ve araştırmacı sözcüğü sözcüğüne aynı iddianame uyarınca yargılanıyorlar.

Dolayısıyla hakkımdaki iddianamenin suç isnadı yalnızca şahsıma yöneltilmiş değildir; dosyalar tüm taleplerimize ve yürürlükteki usul hukukunun da gereği bu olmasına rağmen hukuken birleştirilmemiştir. Oysa fiilen birleştirilmiş, yüzlerce sanığı olan bir yargılama ile karşı karşıyayız. Aslında iddianameden açıkça anlaşılmaktadır ki, bu yargılamanın asıl sanığı barış talebidir.

Hukuk metodolojisi derslerinde hukuk öğrencilerine, hukukun uygulanması sürecinin temel olarak soyut hukuk kuralındaki terimlerin somut olaydaki öğelerle özdeşliğinin ortaya konulması ve bu yolla bir yargıya varılması süreci olduğunu anlatmaya çalışırım.

Hukuk aktörlerinin vardıkları yargıyı hukuki yapan, hukuka uygunluğu inşa eden, hukuki muhakeme ve gerekçelendirmedir. En azından demokratik bir hukuk devletinde... Böyle bir özdeşliğin o ya da bu sebeple sadece varsayılması ve bu varsayım üzerinden hukuk aktörlerinin yargılarının insanların hayatlarında devletin yaptırım gücü eliyle bazı sonuçlar doğurması, hukuk devleti ilkesine dayanan demokratik bir toplumun hukuk sistemi içinde, en hafif tabirle, kabul edilemezdir.

Bir iddianame neden ve ne zaman düzenlenir? Cumhuriyet savcılığı tarafından düzenlenen bir belgenin iddianame sıfatını kazanabilmesi için hangi unsurları içinde barındırması gerekir?

İddianame, soruşturma evresinde toplanan delillerden hareketle suç işlendiğine dair yeterli şüphe oluşması halinde Cumhuriyet savcılığının, az önce sözünü ettiğim amaçla düzenlediği bir belgedir; yani suç ihdas eden soyut hukuk kuralındaki terimlerle somut olaydaki öğelerin özdeşliğini hukuken ortaya koyması, bunun için de hukuki muhakeme, gerekçelendirme ve delillere başvurması, dolayısıyla hukuki olması gereken bir belge.

Ceza hukukunun insanların hayatlarında doğurduğu sonuçlar bakımından devlet eliyle uygulanan yaptırımların en ağırını, ceza yaptırımını ve mahkumiyete bağlanan bazı haklardan yoksunluk gibi sonuçları bünyesinde barındıran bir hukuk dalı olduğu, sanıyorum ki tartışma götürmez bir olgudur.

Tam da bu nedenle ceza hukuku insan haklarıyla ilişkisi en güçlü olan hukuk dallarından biridir; tam da bu nedenle insan haklarına saygılı demokratik bir hukuk devletinde hem mevzuatı hem de uygulamasıyla insan haklarını merkeze alması, temel amacı insan haklarını korumak olması gereken bir hukuk dalıdır.

O zaman kamu davasını açma görevinin kendisine verildiği merci olarak savcılığın, egemenlikten doğan bazı yetkilerin kamu adına ve hukuk çerçevesinde kullanılması anlamına gelen soruşturma evresi ve iddianame hazırlık sürecindeki sorumluluğu ve yükümlülüklerinin ne denli büyük olduğu ortadadır. Zira iddianame ile varılan yargı bir taleptir; kişinin fiilinin suç oluşturduğu iddiasından hareketle ceza yaptırımı ile karşılaşması gerektiğini dile getiren bir talep.

Böyle bir talebin hukuki olabilmesi için ortaya konulması gereken hukuki muhakeme ve gerekçelendirme, elbette ki hafife alınabilecek unsurlar değildir. Maddi delillerin, bir iddianame düzenleyerek kamu davası açma kararının esaslı öğesi olması gereğinden söz etmeye bile lüzum yok sanıyorum.

Nitekim 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 170. maddesinin 4. fıkrasında, isnat edilen suçu oluşturduğu iddia edilen olayların, mevcut delillerle ilişkilendirilerek açıklanması gerektiği açıkça ortaya koyulmuştur. Bu çerçevede, kamu davası açmanın esaslı koşulu olan yeterli şüphe kavramının da delil kavramı ile birlikte ele alınması gerekir. Başka bir ifadeyle, yeterli şüphe, delillere dayanmalıdır.

Benim de içinde olduğum yüzlerce akademisyen ve araştırmacı hakkında düzenlenmiş olan iddianameyi okudum. Bu belgede, delillere dayanan yeterli bir şüpheden söz etmek mümkün olmadığı gibi, görebildiğim kadarıyla, kamu davası açma kararının temelini sayın iddianame savcısının birbiriyle sıkı sıkıya ilişkilendirdiği iki kişisel kanaati oluşturmaktadır: Kamu gücünü kullananların asla ve asla hukuka aykırı bir eylemde bulunamayacaklarına ilişkin varsayım ile bu varsayımın aksi yönde herhangi bir düşünce ifade eden herkesin, devleti küçük düşürerek doğrudan suç işlemiş olacağına ilişkin varsayım.

Oysa egemenlikten doğan yetkilerin hukuk çerçevesinde kullanılmasının sağlanmasına yönelik kamusal denetim, insan haklarına saygı ve hukuk devleti ilkelerine dayanan demokratik toplumun temel taşlarından biridir ve tam da bu nedenle, bu amaçla yapılan düşünce açıklamaları açısından ifade özgürlüğü olabilecek en geniş biçimiyle yorumlanır ve korunur. Zira hukuk devleti, eylemlerinin amacı ne olursa olsun, hukuka uygun hareket etmek zorunda olan devlettir ve bunun denetimi demokratik bir toplumda sadece yargıya bırakılmamıştır.

İddianamede ise aksine, sözünü ettiğim varsayımlar çerçevesinde, Barış Bildirisi imzacısı akademisyenler hakkında pek çok iddiada bulunulmaktadır. Ancak özellikle sonuç bölümünde özetlendiği haliyle, akademisyenler, ülkede kaos yaratmak amacıyla ve devleti küçük düşürmek suretiyle terör örgütü propagandası yapmışlardır; kin ve şiddeti tırmandırmak istemişlerdir; bu emellerini gerçekleştirmek için de her aracı kullanmışlardır.

Özellikle “sözde”, “görünürde”, “ama özünde”, “gerçekte amaçlanan” gibi ibarelerin kullanımıyla maddi olgular neye işaret ederse etsin, sayın savcının imzacı akademisyenler hakkındaki kanaatlerinin cezalandırma talebinin esasını teşkil edeceği, iddianamenin neredeyse her paragrafında kendini göstermektedir.

Bu kanaatler etrafında suç isnadına dayanak oluşturması için seçilmiş olan pozitif hukuk kuralı 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 7. maddesinin 2. fıkrasıdır. Ancak hangi fiilin bu kuralda düzenlenen suçun unsurlarını oluşturduğu ortaya konulmadığı gibi, isnat da delillere dayandırılarak somutlaştırılmamıştır.

Hangi somut olayın hangi unsurları ile TMK m. 7/2”de düzenlenen suçun unsurları arasında bir özdeşlik vardır? Bu özdeşlik konusunda yeterli şüphe hangi delillere dayanmaktadır? Demokratik bir hukuk devletinde, kamu davası açma kararı, kişisel ve/veya politik değerlendirmelerle alınacak bir karar olamaz. Tam da bu nedenle CMK m. 170 bir iddianamede bulunması gereken esaslı unsurları düzenlemiştir ki, her halde, ceza soruşturması ve kovuşturmasının her aşamasında gözetilmesi gereken kanunilik ilkesi, masumiyet karinesi, adil yargılanma hakkı gibi temel bazı ilkeler vardır.

İlgili esaslı unsurların eksikliği, beni ister istemez bazı tahminler üzerinden iddianameyi anlamaya çalışmak zorunda bırakıyor. İsnat edilen suçun işlendiği tarih olarak gösterilen 11 Ocak 2016 tarihinin, kısaca Barış Bildirisi olarak bilinen imza metninin kamuoyuyla paylaşıldığı tarih olduğu düşünüldüğünde, sayın iddianame savcısına göre suç teşkil eden fiilin de bu metnin kamuoyuyla paylaşılması olduğunu tahmin ediyorum.

İsnat edilen suç “terör örgütü propagandası yapmak” ve dayanılan pozitif hukuk kuralı da TMK m. 7/2 olduğuna göre, yine ancak tahmin ediyorum ki, iddianamede ilgili imza metninin terör örgütü propagandası teşkil ettiği iddia ediliyor.

Avukatım ayrıntılı olarak bu konuda hukuki bir değerlendirmede bulunacaktır. Ancak kısaca şunu belirtmek isterim; 6459 sayılı Kanun ile değiştirildiği haliyle TMK m. 7/2 uyarınca propaganda suçunun oluştuğunu iddia edebilmek için, Yargıtay içtihadı ile de sabit olduğu üzere, propaganda niteliğinde bir fiilin bulunması, propagandanın konusunu terör örgütünün oluşturması ve terör örgütü ile ilgili bu propagandanın terör örgütünün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek nitelikte olması koşullarının bir arada gerçekleşmiş olduğunun delillerle ortaya koyulabilmesi gerekir.

Değişiklik gerekçesinde de belirtildiği üzere, bu değişiklikle amaçlanan, ifade özgürlüğünün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi standartlarında korunmasını sağlamaktır. Başka bir ifadeyle, yasa koyucu tarafından hedeflenen, TMK m. 7/2”nin demokratik bir toplumda asla kabul edilemeyecek biçimde politik bir cezalandırma aracı olarak kullanılmasının önüne geçmektir. Zira konuya ilişkin AİHM standartları bu yöndedir.

Oysa iddianamede yapılması gereken asli tartışma yapılmamış; yani TMK m. 7/2”de düzenlenen suçun unsurlarının oluşup oluşmadığı tartışılmamış; bu unsurların bulunduğu sadece varsayılmıştır. Dolayısıyla bir iddianamede bulunması gereken esaslı unsurlar bu iddianamede yer almamaktadır.

Elbette ki esaslı unsurlara ilişkin bu eksiklik anlaşılmaz ya da şaşırtıcı değildir. Zira bildiri metni okunduğunda, bu metnin “terör örgütü propagandası yapmak” suçunun unsurlarını içerdiğine ilişkin hukuken bir muhakemede bulunmanın ve bunu delillere dayanarak gerekçelendirmenin mümkün olmadığı daha ilk bakışta kendini göstermektedir. Hukuken anlaşılmaz ve şaşırtıcı olan, bu iddianamenin düzenlenmiş olmasıdır.

Zira iddianamede Türkiye Cumhuriyeti Devleti”nin yetkililerini, egemenlikten doğan yetkilerin Anayasa ve başta uluslararası insan hakları hukuku olmak üzere uluslararası hukuktan kaynaklanan yükümlülükler uyarınca davranmaya davet eden, bu çerçevede o dönemde sokağa çıkma yasağı bulunan yerleşim yerlerinde süregiden insan hakları ihlallerinin durdurulmasını, sorumluların tespit edilerek yargılanmasını, uğranan zararların tazmin edilmesini, bunun için uluslararası hukuktaki olağan insan hakları denetim usullerinin izlenmesini talep eden, faili kim olursa olsun böylesi insan hakları ihlallerinin yeniden yaşanmasının önüne geçmek ve toplumsal barışı kalıcı biçimde inşa etmek için politik süreçlerin işletilmesini bir çözüm yolu olarak sunan, dolayısıyla temel talebi toplumsal barış ve önerisi politik çözüm olan bir metin –nitekim ilgili metin sadece kamuoyuyla paylaşılmakla kalmamış aynı zamanda Türkiye Büyük Millet Meclisi”ne de gönderilmiştir-, “terör örgütü propagandası” teşkil etmekle itham edilmektedir.

Suçun unsurlarının varlığını kanıtlamak adına tek yapılan, bütünüyle ifade özgürlüğü ve eleştiri kapsamında olan bazı ifadelerin cımbızlanarak koyu renkle yazılmasıdır ve hiçbir hukuki muhakemeye başvurulmadan bildirinin içeriğinden suçun işlendiğinin sabit olduğu iddia edilmiştir.

Benim sanığı olduğum önünüzdeki dosyanın ilk celsesinde, ama pek çok diğer dosyanın ilk celsesinde de bu keyfiyet, yani ortada kanundaki tipe uygun bir fiilin bulunmadığı, dolayısıyla derhal beraat kararının koşullarının oluştuğu avukatlarımız tarafından defalarca ileri sürüldü.

Heyetiniz ilk celsedeki derhal beraat kararı verilmesine yönelik talebimizi reddetmişti. Ancak derhal beraat kararı yargılamanın her aşamasında verilebilir. Sanıyorum avukatım bu konuda da beyanda bulunacaktır. Yine de derhal beraat kararı verilmesine ilişkin daha önceki talebimiz Heyetiniz tarafından reddedildiğinden, ben de savunmamı burada noktalayamıyorum.

İsnat edilen suçun işlenme tarihi 11 Ocak 2016 olarak gösterilmiş olmasına rağmen, iddianamede, 10 Mart 2016 tarihli basın açıklamasına da yer verilmiştir. Bu basın açıklaması metni üzerinde biraz durmak istiyorum. Bu metin, 11 Ocak 2016 tarihli barış bildirisinin kamuoyuyla paylaşılmasının hemen akabinde, imzacı akademisyenlerin uğramış oldukları akademik özgürlük ve sair hak ihlallerinin sayılarla ortaya konulması amacını taşımaktadır.

11 Ocak 2016 tarihinden 15 Mart 2016 tarihine kadar yaşanan süreçte, bildirinin kamuoyuyla paylaşılmasının öncesinde ve sonrasında, sokağa çıkma yasağı ilan edilen yerleşim yerlerinde, içlerinde çocuk, kadın ve yaşlıların da bulunduğu sivil ölümleri başta olmak üzere, gerek Türkiye Cumhuriyeti Anayasası gerekse Türkiye”nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınmış olan insan haklarına yönelik ihlaller sürekli basında ve sosyal medyada yer almasına, çeşitli ulusal ve uluslararası sivil toplum ve meslek örgütleri tarafından raporlarla da ortaya konulmasına rağmen, Cumhuriyet savcıları hiçbir kamu görevlisinin hukuka aykırı davranmayacağı varsayımına sıkı sıkıya tutunmuş, ancak pek çok başka mecrada da dile getirilen bu ihlallere dikkat çeken binin üzerinde akademisyenin “suç işlemiş” olduklarından şüphe duymamış ve harekete geçmekte tereddüt etmemişlerdir.

Ceza soruşturmaları, ev ve işyeri aramaları, gözaltılar gecikmemiştir. Bu sırada Yükseköğretim Kurulu da üniversitelere bir yazı göndermiş ve bu çerçevede pek çok üniversite imzacılar hakkında hukuki dayanaktan yoksun disiplin soruşturmaları başlatmış, onlarca akademisyen hukuka aykırı biçimde görevden uzaklaştırılmıştır; onlarcası işini kaybetmiştir.

Sosyal medya ve basın yoluyla fotoğraflarımız ve isimlerimiz kullanılarak hedef gösterildiğimizi, kimilerimizin üniversite kampüslerindeki odalarının işaretlendiğini, tehdit mektupları, e-postaları ve mesajları aldığını, özetle can güvenliğimizden dahi şüphe duyduğumuz bir dönem yaşadığımızı eklemek isterim.

15 Mart 2016 tarihli basın açıklaması kamuoyunu ve yetkilileri tüm bu süreçlerden haberdar eden ve 11 Ocak 2016 tarihli bildirinin konu edindiği insan hakları ihlallerinin de sürmekte olduğunu ortaya koyan bir hak ihlalleri raporu niteliği taşımaktadır.

Ancak metni basın toplantısında okuyan Esra Mungan, Kıvanç Ersoy, Meral Camcı ve Muzaffer Kaya hakkında yakalama ve gözaltı kararı alınmış, kendi iradeleriyle avukatları eşliğinde ifade vermeye giden Mungan, Ersoy ve Kaya, tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edilmiş ve sonuç olarak tutuklanmıştır.

Bu sırada yurt dışında bulunan Meral Camcı da, hakkındaki yakalama ve gözaltı kararı ile meslektaşları hakkındaki tutuklama kararını bilmesine rağmen ülkeye dönmüş ve “kaçma şüphesi bulunduğu” gerekçesiyle tutuklanmıştır.

Tüm bu süreç ne yazık ki, akademik özgürlük ve sair ihlaller anlamında 15 Mart 2016 tarihli basın açıklamasının bir teyidi niteliğindedir. Dört meslektaşımız 22 Nisan 2016 tarihinde görülen ilk celsede serbest bırakılmıştır. Ancak haklarındaki yargılama, o tarihten beri TMK m. 7/2 mi yoksa TCK m. 301”den mi yargılamaya devam edileceği belli olmaksızın sürmektedir.

Barış Bildirisi imzacıları hakkında açılan davaların birleştirilmemesinin bu yönden de adil yargılanma hakkı anlamında sakıncalı olduğu, aynı fiil nedeniyle farklı ceza normları etrafında yargılama yapılması gibi bir sonucun doğabileceği, yine avukatlarımız tarafından defalarca dile getirildi. Nitekim avukatlarımızın talepleri konusunda mahkeme heyetleri arasında farklı uygulamalara da tanık oluyoruz.

Konunun teknik ayrıntılarını tartışmayı avukatıma bırakıyorum. Ben sadece şuna işaret etmek istiyorum: Yargılanmakta olan akademisyenlerin bu bildiriye imza atmaktan ibaret fiillerinin, ne TMK m. 7/2 ne de TCK m. 301”de düzenlenen suçun unsurlarıyla özdeşliği hukuken gerekçelendirilebilir.

15 Mart 2016 tarihli basın açıklamasından sonra yaşananlar, dört meslektaşımızın tutuklanmasıyla sınırlı kalmadı. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle 400”e yakın imzacı akademisyen kamu görevinden ihraç edildi, pasaportları iptal edildi.

Tez jürilerinden, danışma kurullarından çıkarıldılar; akademik hakemlik ve yayın yapamayacakları koşullara mahkum edildiler; doçentlik sınavına alınmayanlar, TÜBİTAK projelerinden çıkarılanlar, bursları iptal edilenler oldu. Artık hayatta, aramızda olmayan hocalarımız, genç yaşta kaybettiğimiz meslektaşlarımız var. Ve bugün geldiğimiz noktada, yüzlerce imzacı akademisyene ceza davası açılmış durumda, açılmaya da devam ediyor.

Tüm bu yaşananlar da raporlarla, sayısal verilerle, basın açıklamalarıyla kamuoyuyla paylaşıldı, paylaşılıyor. Ancak hem 11 Ocak 2016 tarihli bildirinin dikkat çektiği insan hakları ihlallerinin hem de bildirinin kamuoyuyla paylaşılmasından sonra yaşanan akademik özgürlük ve sair hak ihlallerinin failleri mutlak bir sorumsuzluk ve cezasızlık halinden yararlanırken, bildirinin imzacıları suçlulaştırılmaya ve akademiden tasfiye edilmeye devam ediyorlar. 

İddianamenin değerlendirilmesi açısından burada sorulması gereken soru şu: Bu basın açıklaması metni neden iddianamede yer alıyor? Sayın iddianame savcısına göre, 11 Ocak 2016 tarihli bildiriye imza atan akademisyenler, bu metne de imza atmıştır. Oysa 15 Mart 2016 tarihli metin bir bildiri, bir imza metni değildir.

Soruşturma aşamasında bu keyfiyetin dahi araştırılmamış olması, en hafif tabirle, özensizliktir; kişiler hakkında kamu davası açma kararını almak için varsayımları yeterli gören anlayışın göstergelerinden biridir. Ancak yalnızca biridir. İddianamenin hukuki bir belge değil, bir niyet okuma ve kişisel kanaatler ve varsayımlar manzumesi olduğu olgusuna verilebilecek daha pek çok başka örnek vardır. Birkaçından söz etmek isterim.

İddianamede, ismini ilk defa bu soruşturma ve kovuşturma süreçlerinde duyduğum bir kişiden söz edilmektedir. Sayın iddianame savcısına göre, binin üzerinde akademisyen dava konusu bildiri metnini bu kişinin talimatıyla imzalamıştır. Bu çok ciddi bir ithamdır ve bu iddiayı destekleyecek hiçbir delil sunulmamıştır.

Varsaymak, imzacı akademisyenlerin cezalandırılmasını talep etmek için yeterli bulunmuştur. Sayın iddianame savcısı bununla da yetinmemiş, bildiri metninin, tarihi perspektif ve konjonktürel bir yaklaşımla incelendiğinde, hem zamanlaması hem de içerik itibariyle silahlı terör örgütünün şiddet eylemlerinin teorik düzeyde tamamlayıcısı olduğunun anlaşılacağını iddia etmiştir. Hemen akabinde ise bildiride betimlenen tablonun tamamen gerçek dışı ve güvenilir bir temelden yoksun olduğuna ilişkin kanaatini paylaşmıştır.

Sayın savcı nasıl bir tarihi perspektif ve konjonktürel yaklaşım benimsemiştir bilmiyorum. Ama kronolojik olarak bazı tarihleri arka arkaya sıralamanın bilimsel anlamda tarihsel bir yaklaşım olmadığı ortadadır. Zira iddianamede yapılan, aralarında nedensellik bağı, yani neden-sonuç ilişkisi olmayan olaylar arasında hiçbir delile dayanılmaksızın bir ilişki olduğunun varsayılmasıdır.

Öte yandan, o dönemde basında ve sosyal medyada çıkan haberleri bir kenara koyacak olsak bile, daha önce de belirttiğim gibi, sokağa çıkma yasağı uygulanan yerleşim yerlerinde yaşananlara ilişkin ulusal ve uluslararası sivil toplum ve meslek örgütlerinin hazırladığı raporlar, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiseri ile Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri’nin izlenim ve endişelerini dile getirdikleri metinler bulunmaktadır. 11 Ocak 2016 tarihinden sonra da yayınlanmış raporlar ve açıklamalar vardır.

Savcılık makamının görevi maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Bu çerçevede savcılık makamı maddi gerçeğin araştırılması ve adil bir yargılamanın yapılabilmesi için, soruşturma evresinde şüphelinin lehine ve aleyhine olan delilleri toplamak ve şüphelinin haklarını korumakla yükümlüdür (CMK m. 160).

Bildiğim kadarıyla, iddianame ekinde bu rapor ve belgeler yer almadığı gibi, sayın savcı dava konusu bildiride betimlenenlerin tamamen gerçek dışı olduğuna ilişkin sarsılmaz bir kanaat ortaya koyabilmektedir. Sayın savcı hangi araştırmanın ve soruşturmanın sonucunda bu kanaate ulaşmıştır?

Daha önce de belirttiğim gibi, iddianamenin on yedi sayfalık içeriği, sadece, ifade özgürlüğü ve eleştiri hakkını kullanan imzacı akademisyenler aleyhine ve kamu gücünü kullananlar lehine varsayımlara dayanan kişisel ve/veya politik kanaatlerden oluşmaktadır. Bu varsayımların hiçbirinin hukuki bir dayanağı ya da maddi bir temeli bulunmamaktadır.

İddianamenin, dava konusu bildirinin İngilizce metninin kimin tarafından yapıldığı anlaşılamayan bir Türkçe çevirisine yer verip, bu çeviride Türkçeye ancak “Kürt illeri” olarak çevrilebilecek olan “Kurdish provinces” ifadesinin “Kürdistan illeri” olarak aktarılması ve bildirinin ne Türkçe ne de İngilizce metninde yer alan bu ifade üzerinden ithamlarda bulunulması ya da iddianamenin hazırlandığı tarihte terör örgütü propagandası yapma isnadı ile hakkında açılan davada halihazırda beraat etmiş olan Chris Stephenson’dan söz edilmesi gibi iddianame başlıklı bir metnin sahip olması gereken ciddiyetle bağdaşmayan bölümlerine sadece değinmekle yetineceğim.

Ancak bir konu üzerinde özellikle durmak istiyorum. İddianamede dava konusu bildirinin ifade özgürlüğü kapsamında olmadığı iddiasını desteklemek için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bazı atıflarda bulunulmaktadır. Ancak AİHM’ye atıfla tırnak içinde verilen ifadelerin AİHM’nin hangi kararlarının hangi paragraflarında yer aldığına dair hiçbir bilgiye yer verilmemiştir. Bu kararlar iddianame ekinde de yer almamaktadır.

Takdir edersiniz ki, böyle bir özensizlik savunma hakkını ihlal etmektedir ve bu haliyle kararların aslı ne şahsım, ne avukatım ne de Heyetiniz tarafından incelenebileceğinden, yargılamada esas alınmamalıdır. Eğer Savcılık makamı, bu konuda bir bilgi sunarsa, bu kararları inceleyerek ek savunma vermek üzere süre talebimiz de olacaktır. 

Şimdilik şunu söyleyebilirim ki, benim inceleyebildiğim kadarıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ifade özgürlüğüne ilişkin içtihadı bambaşka bir çerçeveye işaret ediyor. İsnat edilen suçun unsurlarıyla somut olayın unsurlarının özdeş olmadığının ilk bakışta dahi saptanabilir olduğu bir davada ifade özgürlüğü tartışması yapmak gerekli olmamalıydı. Ama yargılananlar olarak bizler ve avukatlarımız ne yazık ki bu tartışmayı yapmak durumunda kalıyoruz.

Barış Bildirisi, hiçbir suç unsuru içermediği gibi, bütünüyle ifade özgürlüğü kapsamında bir metindir. Dolayısıyla, bu bildiriye imza attığı için kişilerin soruşturma ve kovuşturmaya uğramaları, disiplin soruşturmaları sonucunda idari yaptırımlarla karşılaşmaları, kamu görevinden ihraç edilmeleri bizatihi ifade özgürlüğünün ihlalidir.

Zira devlet ve hükümet politikalarına ilişkin eleştiriler hem Anayasa Mahkemesi içtihadı hem de Anayasamızın 90. maddesinin 5. fıkrasına göre iç hukukumuzun bir parçası olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile Sözleşme”nin son yorum mercii olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi”nin içtihadı uyarınca ifade özgürlüğü kapsamındadır.

Hatta eleştirinin muhatabı, devletler ve hükümetler olduğunda, bu özgürlük olabilecek en geniş çerçevede korunur. Kaldı ki, yine bu standartlar uyarınca, politik iktidar, özellikle muhaliflerinden gelen ve haksız olduğunu düşündüğü eleştirilere çeşitli yollardan cevap verme konusunda her türlü imkâna sahiptir. Bunun yerine ceza hukukuna başvurulması, ifade özgürlüğünün ihlali anlamına gelecektir.

Diğer yandan bildiri metninde geçen ve iddianamede cımbızlanarak koyu renkle belirtilen, suç oluşturduğu iddia edilen ibareler ve benzerlerinin de ifade özgürlüğü kapsamında olduğunu ortaya koyan çok sayıda AYM ve AİHM kararı bulunmaktadır.

Kaldı ki yine AYM içtihadı uyarınca, bir metnin ifade özgürlüğü kapsamında olup olmadığının incelenmesinde, metin bir bütün olarak ele alınmalıdır; aksi bizatihi ifade özgürlüğünün ihlali anlamına gelecektir.

Yine AİHM içtihadına göre, ifade özgürlüğünün sınırlanmasına ilişkin takdir marjı, tartışılmasında kamusal yarar bulunan konular açısından çok daha dardır.

Toplumun bütününü ilgilendiren sorunların çözümünün politik iktidarın tek taraflı karar ve politikalarına bırakılması demokratik bir toplumda kabul edilemez. Bu çerçevede ifade özgürlüğü yalnızca tek tek bireylerin düşünce açıklamalarının, hukukun koruması altında olduğu anlamına gelmez.

Aynı zamanda açıklanan görüşlerin birbiriyle buluşması ile tartışma ve uzlaşma zemininin oluşması; toplumsal çatışmaların bir arada yaşama imkânını ortadan kaldıracak süreçlere dönüşmemesini sağlar. İfade özgürlüğünün bu yönü, AYM tarafından da altı çizilmiş olan bir unsurdur. Avukatım konuya ilişkin AYM ve AİHM içtihadı çerçevesinde daha geniş bir tartışma yürütecektir. 

Ben bu aşamada, sadece şunu belirtme gereğini hissediyorum. İfade özgürlüğü bu denli geniş bir korumadan yararlanır, zira bu özgürlük demokratik toplumun temeli, vazgeçilmez bir unsuru, taşıyıcısıdır. Demokratik toplum ise, toplumun tüm üyeleri türdeş olduğu için toplumsal çatışmanın yaşanmadığı toplum değildir. Demokratik toplum, toplumsal çatışmaların tamamen ortadan kalktığı toplum da değildir.

Demokratik toplum, toplumun üyeleri bütünüyle türdeş olamayacağından toplumsal çatışmanın ortadan kaldırılamaz varlığını kabul eden, tam da bu kabul nedeniyle ve sayesinde, toplumsal çatışmaların şiddete dönüşmesinin önüne geçebilecek, çoğulcu ve çoksesli bir yaşamı kurabilecek koşul ve mekanizmaları yaratabilen toplumdur.

Toplum halinde birlikte yaşama hali kaçınılmaz olarak politik bir haldir. Toplumun her üyesi, birlikte yaşamanın koşullarına dair düşünceleri ve talepleri olan birer politik öznedir. Dolayısıyla her birey kaçınılmaz olarak politikanın da öznesi haline gelmeyi arzu eder.

Zira politika, toplumun üyelerinin bir araya gelebildiği, düşüncelerini çeşitli araçlarla ifade edebildiği, birbirine değebildiği, birbirini dönüştürebildiği, kendisine benzemeyenle ilişkilenebildiği, böylece birlikte yaşamın şiddeti dışlayan normlarının kolektif olarak inşa edildiği alandır. Bu alan ne kadar darsa, içinde yaşanılan rejim o denli baskıcı, o denli otoriter, o denli antidemokratik demektir.

Toplumun üyelerinin, politik birer varlık olmalarına rağmen, politik taleplerini dile getirebilecekleri bir alandan yoksun bırakılması, politik gücü elinde bulunduranlar lehine bir türdeşlik sağlayamaz; aksine toplumsal çatışmaların derinleşmesine, birlikte yaşamanın koşullarının zedelenmesine, toplumsal olarak iyileşmesi çok zor yaraların açılmasına, travmaların kuşaktan kuşağa aktarılmasına neden olur.

Demokratik toplum, bunun farkındalığı içinde, politika alanını ve toplumun her üyesinin bu alana erişimini olabilecek en geniş biçimde güvence altına alan toplumdur. Tam da bu nedenle ifade özgürlüğünü toplumun temeli olarak kabul eder. Tam da bu nedenle, politikanın dolayımıyla kolektif hayatın inşası ve devamını güvence altına almayı hukuka başlıca amacı olarak yükler; devletin yaptırım gücünün bir baskı aracına dönüşmesini önlemek için hukuk devleti ilkesini savunur.

Barış Bildirisi’nin barış içinde birlikte yaşama hakkının tesis edilmesi talebi ve bunun doğal sonucu olan politik çözüm önerisi, suç değildir; aksine demokratik toplumun bir gereğidir. Birlikte yaşamanın koşullarının oluşturulmasında toplumun tüm kesimlerinin katılımının sağlanmasının, toplumun tüm üyelerinin öznesi olabilecekleri bir alanın yaratılmasının, politikanın, toplumsal çatışmaların şiddete dönüşmesini engelleyecek asıl araç olduğunun dile getirilmesidir.

Bildirinin muhatabı da tabiatıyla devlettir; zira insan haklarına dayanan demokratik hukuk devletinin insan haklarının korunması konusundaki yükümlülükleri yalnızca temel hak ve özgürlükleri ihlal etmemekten ibaret değildir; devletin ayrıca insan haklarını kimden gelirse gelsin her türlü saldırı karşısında korumak ve bu hakların korunmasını engelleyen koşulları ortadan kaldırmak konusunda pozitif bir yükümlüğü bulunmaktadır. Öyleyse barış içinde birlikte yaşamın koşullarının sağlanmasına yönelik talep devletten başka kime yönlendirilebilir?

Ne acıdır ki, bildirinin imzacıları hakkında hazırlanan iddianame ile suçlulaştırılmaya çalışılan tam da bu taleptir; yargılanması ve cezalandırılması istenen, toplumsal bir sorun konusunda hükümetin politikalarından farklı bir anlayışın dile getirilmiş olmasıdır. Zira bu on yedi sayfalık metinden anlaşıldığı kadarıyla, sayın iddianame savcısı hükümetin ilgili politikalarının doğru, gerekli ve tartışılamaz olduğu konusunda sarsılmaz bir kanaate sahiptir. İddianamenin tek dayanağı da bu kanaattir.

Ben, bu bildiriyi imzalayarak, Anayasası’nda insan haklarına saygılı, demokratik bir hukuk devleti olduğu yazan ve vatandaşı olduğum devleti muhatap alarak ve devletin bu nitelikleri çerçevesinde en geniş biçimde korunması gereken ifade özgürlüğümü kullanarak, hukuk devleti ilkesine dayanan demokratik toplumun gereklerinin yerine getirilmesini talep ettim ve bugün tamamen kişisel ve politik kanaatlere dayanarak düzenlenmiş bir iddianame nedeniyle karşınızdayım.

İfade özgürlüğü söz konusu olduğunda, bir hukuk devletinde yargının görevi, demokratik toplumun temelini oluşturan bu özgürlüğü, uluslararası insan hakları standartları çerçevesinde ve olabilecek en geniş biçimde güvence altına almaktır. Bağımsız ve tarafsız bir yargı, demokratik toplumun, onun ayakta kalmasını sağlayan temel unsurlarından biridir; temel hak ve özgürlüklerin başlıca güvencesidir.

Üzerime atılı suçu kabul etmiyorum ve beraatimi talep ediyorum.

(RE/TP)

Kaynak: https://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/198298-reyda-ergun-un-beyani