Sami Cankat Tanrıverdi'nin Beyanı

Yazar / Referans: 
Tansu Pişkin, Bianet
Tarih: 
30.10.2018

"Söz konusu metne imza atarak bulunduğum coğrafyada yaşanan ve her gün onlarca insanın yaşamına mal olan bir sorunla ilgili görüşlerimi beyan etmek istedim."

İstanbul Üniversitesi'nden Arş. Gör. Sami Cankat Tanrıverdi'nin Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 37. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.

Barış İçin Akademisyenler bildirisini imzaladığım dönemde, sosyal medya ve basından edindiğim bilgilere göre, çok sayıda insan hayatını kaybetmiş, kimi yerleşim yerleri tümüyle ortadan kaldırılmış, pek çok insan göç etmek zorunda kalmıştır.

Bu metne, barış ortamında yaşamak gerekliliği konusunda düşüncelerimi paylaşmak üzere imza attım.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği (OHCHR) tarafından hazırlanan raporda 2015 Temmuz’u ile 2016 Aralık ayları arasında gerçekleştirilen operasyonlarda 800’e yakını güvenlik gücü, 1200'ü yerel halktan olmak üzere toplam 2 bin kişinin hayatını kaybettiği, 335-500 bin arasında kişinin yerinden edildiği belirtilmektedir.

Bahsi geçen süreçte, 57 yaşında, on bir çocuk anası Taybet İnan öldürüldü ve cansız bedeni yedi gün boyunca sokak ortasında kaldı.

Siyasi, ideolojik tüm görüşler bir yana, bu durum tarihimize insanlık onurunu inciten kara bir leke olarak geçmiştir. Yine 13 yaşındaki Cemile Çağırga evine isabet eden mühimmatla yaşamını yitirdi.f

3 yaşındaki bir çocuğun duyacağı sesler bomba sesleri değil, şarkılar, şiirler olmalıdır.

Hamile olduğu halde çatışmaların hedefi olarak 7 aylık bebeğini kaybeden Güler Yamalak ve kucağında bebeği varken vurulan Zeynep Taşkın, çocuklarını, yakınlarını ve kendi yaşamlarını kaybeden yüzlerce isimden sadece birkaçıdır.

Bu süreçte, "silah, çatışma, operasyon istemiyoruz" diyen ve toplumca “barışın elçisi” olarak görülen bir kişi: Tahir Elçi öldürülmüştür. Böylesi vahim bir dönemde yaşayan birinin, bu yaşanan olaylara herhangi bir tepki göstermesi için, Bese Hozat’tan veya başkaca bir kişi/kurumdan talimat almaya gerek duyacağını düşünmek abesle iştigaldir.

Hele de -özgür düşünebilen, sorgulayabilen ve müsebbibi kim olursa olsun yanlış bir durum veya eylemle karşılaştığında gerekli, doğru tepkileri üretebilen zihinler yetiştirmeyi- amaç edinmiş bir bilim insanı olarak “eylemlerimi birilerinden talimatlar alarak yaptığım” suçlamasını kabul edilmez buluyorum.

Söz konusu metne imza atarak bulunduğum coğrafyada yaşanan ve her gün onlarca insanın yaşamına mal olan bir sorunla ilgili görüşlerimi beyan etmek istedim.

Anayasa ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) güvence altına alınan düşünce ve ifade özgürlüğünü kullanmam nedeniyle “terör örgütü propagandası” yapmakla suçlanmam AİHS’in 10’uncu maddesinin 1’inci fıkrası, Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmenin 19’uncu maddesinin 1 ve 2’nci fıkraları ile Anayasa’nın 25 ve 26’ncı maddelerinde düzenlenen ifade/düşünce özgürlüğü hakkına bir müdahale niteliğinde olacaktır.

Yurttaşların düşüncelerini açıklamasının engellenmesi demokratik sisteme güveni azaltırken antidemokratik tepkileri güçlendirir.

Bu nedenle ifade özgürlüğü, demokrasinin en önemli güvencelerindendir. Açık ve katılımcı toplum düzeni de bu güvenceden doğmaktadır.

Benzer içerikte Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) de belirttiği üzere “ifade özgürlüğü bireylerin serbestçe haber ve bilgilere, başkalarının fikirlerine ulaşabilmesi, edindiği düşünce ve kanaatlerden dolayı kınanamaması ve bunları tek başına veya başkalarıyla birlikte çeşitli yollarla serbestçe ifade edebilmesi, anlatabilmesi, savunabilmesi, başkalarına aktarabilmesi ve yayabilmesi anlamına gelir”.1

AYM bu doğrultuda şu hususun altını çizmiştir:

“İfade özgürlüğü düşüncenin iletilmesini ve dolaşımını gerçekleştirerek bireyin ve toplumun bilgilenmesini sağlar. Çoğunluğa muhalif olanlar da dâhil olmak üzere düşüncelerin her türlü araçla açıklanması, açıklanan düşünceye paydaş sağlanması, düşünceyi gerçekleştirme ve gerçekleştirme konusunda başkalarını ikna etme çabaları çoğulcu demokratik düzenin gereklerindendir”.2

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince (AİHM) de ifade özgürlüğünün içerik ve üslup anlamında değerlendirmesine değinilmektedir.

Nitekim AİHM’e göre, “düşünce özgürlüğü, … demokratik toplumun başlıca temel taşlarından, kişinin ilerleyip gelişmesinin asal koşullarından birini teşkil eder. 2. fıkra hükmü saklı kalmak kaydıyla bu özgürlük sadece itibar gören veya zararsız yahut önemsiz sayılan haberler ya da fikirler bakımından değil, aynı zamanda devlet yahut halkın bir bölümü için aykırı, kural dışı, şaşırtıcı veya endişe verici cinsten olanlar için de geçerlidir. ... demokratik toplumun vazgeçemeyeceği çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirliliğin gereği budur.” 3

Demokratik bir toplumda kamusal tartışmaların yürütülebilmesinin en önemli kanallarından biri, kuşkusuz, toplumsal süreçler hakkında bilimsel bilginin üretildiği üniversitelerdir.

AYM’nin vurguladığı üzere, “üniversiteler…ülkenin içindeki ve dışındaki bilimsel hareketleri ve gelişmeleri izlemek ve incelemek, kurumlar hakkında bilimsel araştırmalar, değerlendirmeler ve eleştiriler yapmak, böylece ülkenin bilimsel, teknik, ekonomik, sosyal, kültürel ve hukuki gelişmesine katkıda bulunmak zorundadırlar. Bugünün üstüne çıkamayan, yurttaki hareketleri izleyip eleştirmeyen bilimsel verileri yayınlama gücünden yoksun ve sadece olanı öğretmekle yetinen, yaratıcılık gücü olmayan kuruluşlar, adı ne olursa olsun, gerçek anlamda üniversite sayılamazlar.”4

AYM kararında tarif edilen misyonun taşıyıcıları akademisyenler ve araştırmacılardır; bu sorumlulukları da ancak akademik özgürlüklerinin güvence altına alınması halinde yerine getirebilirler.

Akademik özgürlüğün kullanılması ve tanınmasına ilişkin ilke ve standartlar öncelikle, 1977 tarihli UNESCO Yükseköğretimdeki Akademik Personelin Statüsüne İlişkin Tavsiye Kararı’nda, Avrupa üniversiteleri rektörleri tarafından 1988’de imzalanan Magna Charta Universitatum’da ve Dünya Üniversiteler Servisi (WUS) Genel Kurulu’nun yine 1988’de kabul ettiği Akademik Özgürlük ve Yükseköğretim Kurumlarının Özerkliği Hakkında Lima Bildirgesi’nde ortaya koyulmuştur.

2547 sayılı Yüksek Öğretim Yasası’nın 4. maddesinde de “öğrencilerini, hür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı vatandaşlar olarak yetiştirmek” yükseköğretimin temel amaçları arasında sayılmıştır.

Özgür ve bilimsel düşünce gücüne sahip olması engellenen veya düşüncelerini açıkladığı için ceza ve göreve son verme tehdidi ile karşı karşıya bırakılan bir öğretim elemanının; öğrencilerini özgür ve bilimsel düşünce gücüne sahip bireyler olarak yetiştirmesi beklenemez.

Bu çerçevede; bir bilim insanı olarak barış talebini içeren bir bildiriye imza atmak yoluyla düşüncelerini paylaşan akademisyenlere dava açılmış olması, akademik özgürlükle de ifade özgürlüğü ile de bağdaştırılamaz.

Bunun yanında bilim insanlarını, kendilerini bularak icra ettikleri işleri olan bilimsel üretime ayıracakları zamanlarda, savunmalar hazırlamaya ve mahkemelerde bulunmaya mecbur etmek de başlı başına bilime ve topluma karşı yapılan bir haksızlıktır.

Şiddet ve çatışma ortamı, insanları itaate ve en güçlüden yana tavır almaya yönlendirir. Yaşamda adaleti sağlamanın tek yolu ise güçlüden değil haklıdan yana olabilmektir.

Ezilen, ötekileştirilen kimsenin kalmadığı bir toplum yapısı, bireylerin toplumsal olayları sorgulayarak düşünmesi ve yanlış olan ne varsa uygun biçimde eleştirmesi yoluyla sağlanabilir.

İşveren-işçi ilişkisinde de kadın-erkek ilişkisinde de halkların birbiriyle olan ilişkisinde de benzer durum geçerlidir ve gerçek bir barış ortamı, hem siyasal hem kültürel hem de ekonomik alanda toplumun sağlıklı bir biçimde var olabilmesini sağlar.

Şahsi olarak da yaşamım boyunca, adil bir toplumsal düzen içinde yaşayabilme çabasında olmamız gerektiğini savundum ve Barış İçin Akademisyenler bildirisine attığım imza da bu düşüncemin barışçıl bir yolla eyleme geçmiş biçimidir.

İfade özgürlüğünün meşru olarak sınırlandırılmasını sağlayabilecek tek ölçüt, şiddet çağrısında bulunmanın ve toplumu şiddete yönlendirmenin engellenmesidir.

Metnin, herhangi bir cebir ve şiddet eylemini övme amacı bulunmadığı gibi böylesi bir eyleme teşvik eden bir yanı da yoktur.

Metnin dili, üslubu eleştirel bulunabilir ancak Anayasa Mahkemesi’nin pek çok kararında da belirtildiği gibi bu hak, sadece “hoşa giden” düşünceler için değil “devletin veya toplumun bir bölümünü eleştiren, onlara çarpıcı gelen, onları rahatsız eden ifadeler” görüşler için de geçerlidir. 

Özetle, bu metne imza atma amacım, dönemin güvenlik politikalarındaki yanlışlık/eksikliklerle, bürokratlar, siyasetçiler ve/veya kolluk güçleri gibi kamu personelleri tarafından yapılan insan hakları ihlallerine dikkat çekmek; bu konuda bir bilim insanı ve toplumsal sorumluluğu olan bir birey olarak elimden geldiğince bir ses olmaktır.

Bu sesi duyurmaktaki amacım ise bir arada yaşayan kimsenin kimseyi farklılıkları dolayısıyla ötekileştirmediği, yok saymadığı bir barış ortamının tesisi yolunda görüşlerimi paylaşmaktır.

Bir arada yaşamanın temel gerekliliği olarak tüm taraflar için onurlu bir yaşam sunacak kalıcı barış talebimin arkasındayım.

SONUÇ VE İSTEM: Yukarıda arz ve izah edilen nedenlerle tarafıma açılan davanın sonlandırılmasını ve herhangi bir ceza tayinine yer olmadan, beraatime karar verilmesini saygılarımla arz ve talep ederim.

Kaynakça:

1. Anayasa Mahkemesi Başvuru. No: 2013/2602, 23/1/2014, § 40.

2. AYM, Bekir Coşkun Başvurusu, Başvuru Numarası: 2014/12151, Karar Tarihi: 4/6/2015, § 34

3. Gözübüyük Şeref/Gölcüklü Feyyaz, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, § 358, Turhan K, Anakara, 2009.

4. AYM, Esas Sayısı: 1976/1, Karar Sayısı: 1976/28, Karar Tarihi: 25.5.1976.

(SCT/TP)

Kaynak: https://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/202156-sami-cankat-tanriverdi-...