Çare Olgun Çalışkan'ın Beyanı

Yazar / Referans: 
Tansu Pişkin, Bianet
Tarih: 
27.11.2018

"Ne aklım, ne de vicdanımla bu bölgede olup bitenlerin -yarattığı sonuç ve koşullar itibariyle- savunulabilir olduğuna inanmadım."

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nden (MSGSÜ) Arş. Gör. Çare Olgun Çalışkan'ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 28. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.

16 Ekim 2018 tarihli ilk duruşmamda elden teslim aldığım ve işbu davaya konu iddianameyi okudum ve inceledim.

Savunmamda kısaca davaya konu eylem olarak tariflenen barış bildirisini neden imzaladığımı ve şahsıma yöneltilen suçlamalar konusundaki fikir ve düşüncelerimi aktaracağım.

Ülkemizin doğu ve güneydoğu illerinde günlerce süren sokağa çıkma yasakları ve yüzlerce insanın ölümüyle sonuçlanan çatışma ortamına ülkenin batısından, İstanbul’dan bakarak, sıcak evinde yaşayıp dilediğince sokağa çıkabilen biri olarak kayıtsız kalamazdım.

Sokağa çıkma yasaklarının ilan edildiği ilk günlerde, sadece bir an için o insanların yerine kendimi koyduğumda içinde bulundukları zor koşulların nelere gebe olduğunu, olabileceğini (açlık, hastalık, göç, ölüm, iletişimsizlik, çeşitli travmalar vb.) anlamakta hiç zorlanmadım.

Ne aklım, ne de vicdanımla bu bölgede olup bitenlerin -yarattığı sonuç ve koşullar itibariyle- savunulabilir olduğuna inanmadım.

Ölen çocuğunu evindeki buzdolabında bekletmek zorunda kalan bir ailenin dramını ve ekmek almak için yasağa rağmen beyaz bir bez parçasıyla sokağa çıkmak zorunda kalıp vurulan yaşlı adamı haberlerde izlediğim zaman artık tepkisiz kalabileceğim bir durum değildi benim için yaşananlar ve o günlerde, kendi isteğim ve irademle işbu davaya konu bildiriye destek verenlerden biri olarak imzamı attım.

O dönemde bu ve buna benzer çok sayıda haberler gerek ana akım ve alternatif medya organlarında gerekse sosyal medyada hızlı bir şekilde yayılmaktaydı.

Merkezi yönetimin, başta bölgede yaşayan siviller olmak üzere tüm ölümlerin ve hak ihlallerinin önüne geçebilecek başka yol arayışları ve barışçıl çözümleri geliştirebileceğine inanmasaydım (tartışmalı olsa da 2013-2015 dönemi barış sürecindeki müzakere-çatışmasızlık dönemi gibi) bu bildiriyle kendisini silahsız ve çatışmasız bir çözüm için göreve çağırmazdım.

Davaya konu iddianamede, operasyonların “…bölgenin teröristlerden temizlenmesi ve bölge halkının huzur ve refahının sağlanması için” yürütüldüğü ve merkezi yönetimin, kamu güvenliği ve düzenini korumaya yönelik tedbirleri aldığı iddia edilmiş ve bildiride yer alan ve merkezi yönetimi hedef alan eleştiriler haksız ve maksatlı bulunarak bir propaganda unsuru olarak görülmüş; birtakım örgüt ve kişilerle ilişkili olacak şekilde değerlendirilmiştir.

Ancak dönemin merkezi yönetim organları ve güvenlik güçlerinin yaşanan olaylardaki rolü-etkisi-kusuru ve suç ihtimallerine ise değinilmemiştir.

Oysaki insan haklarını ve hak ihlallerini araştıran birçok ulusal ve uluslararası araştırma raporlarında, bölgede yaşanan operasyonlar sırasında çok sayıda sivil ölüm, zorla yerinden edilme, yaralanma, gerekli tedbirlerin alınmaması, psikolojik baskı, gerekli soruşturmaların ve cezai işlemlerin yapılmaması vb. konularda merkezi yönetimin-güvenlik güçlerinin kusurlu ve sorumlu olduğunu ortaya koyan tespit ve bulguları mevcuttur.

Bu raporlardan Uluslararası Af Örgütü’nün 2016-2017 döneminde dünyada insan haklarının durumunu konu alan raporunun Türkiye ile ilgili bölümünde özetle;

* Savaşlarda kullanılan ağır silah ve teçhizatlar ile sürdürülen operasyonlar sırasında Şubat ayında Cizre’deki sokağa çıkma yasağı sırasında çatışmalardan korunmak için sığındıkları binalarda 130 kişinin ölümüne dair soruşturmalarda herhangi bir ilerleme sağlanamadığı,

* Güvenlik güçleri tarafından gerçekleştirilen ihlallerin adalet önüne çıkarılmasına engel kemikleşmiş cezasızlık kültürünün devam ettiği,

* Yüz binlerce kişinin güneydoğuda sokağa çıkma yasağı altında olan bölgelerde yerinden edildiği,

* Sadece birkaç saat öncesinde yapılan ihtarlarla sokağa çıkma yasaklarının uygulanmasının, insanları eşyalarını almadan ya da çok az eşya alarak ayrılmaya zorladığı belirtilmiştir.

Aynı şekilde konuya ilişkin olarak Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin (OHCHR) Türkiye’nin güneydoğusundaki insan hakları durumuna ilişkin (Temmuz 2015- Aralık 2016 dönemi) raporunda özetle;

* Aşırı güç kullanımı, öldürme, zorla kaybedilme, işkence, konutların ve kültürel mirasın yok edilmesi, nefrete teşvik, acil tıp hizmetleri, gıda, su ve geçim kaynaklarına erişimin engellenmesi, kadına karşı şiddet ve düşünce ve ifade özgürlüğü ile siyasi katılım haklarının ciddi ölçüde kısıtlanmasına dair sayısız vaka belgelendiği, en ciddi insan hakları ihlallerinin ise sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı dönemlerde meydana geldiği ve bu dönemlerde bazı yerleşim yerlerinin dünya ile bağlantısının bütünüyle kesildiği,

* Mayıs 2016’da İnsan Hakları Yüksek Komiserinin Türkiye Hükümeti’nden, edinilen bilgilerin doğruluğunu ispat etmek ve rapor edilen insan hakları endişelerini soruşturmak üzere OHCHR (Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin) insan hakları yetkililerinden oluşacak bir ekibe ilgili bölgeye tam ve kısıtsız erişim izni vermelerini istediği ancak Şubat 2017 itibarıyla Türkiye yönetiminden herhangi bir resmi cevap alınamamış olduğu,

* Temmuz 2015-Ağustos 2016 arasındaki 13 aylık dönemde iddia edildiği üzere yüzlerce kişinin hukuk dışı bir şekilde öldürülmesine ilişkin tek bir soruşturmanın olmayışının gösterdiği gibi, en azından Temmuz 2015’ten bu yana Türkiye’nin güneydoğusunda, ülke içi insan hakları koruma mekanizmalarının etkili bir şekilde işlememiş olduğu; yerel savcıların rapor edilen öldürmelere ilişkin soruşturma açmayı sürekli olarak reddettiği, anayasal ve uluslararası insan hakları hukuku yükümlülüklerinin ihlal edildiği,

* 23 Haziran 2016’da kabul edilen 6722 sayılı Kanun da dahil olmak üzere bir dizi kanun ile güvenlik güçleri için bir “sistematik cezasızlık” ortamı yaratıldığı, (6722 sayılı Kanun: TÜRK SİLÂHLI KUVVETLERİ PERSONEL KANUNU İLE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN)

* Durumun en endişe verici yönlerinden birinin, izlemenin olmaması, iddia edilen insan hakları ihlallerinin soruşturulamaması ve sorumluların yargılanmaması olduğu,

* Türkiye’nin güneydoğusundaki güvenlik operasyonları sonucu ülke içinde yerinden olmuş kişilerin toplam sayısının 355.000 ile yarım milyon arası olduğunun tahmin edildiği ve Diyarbakır’ın Sur ilçesinde nüfusun yüzde 95’inin güvenlik operasyonları sonunda yerlerinden olduğu, belirtilmiştir.

Bildirideki endişe ve eleştirileri doğrulayan söz konusu raporlarda da belirtildiği üzere yürütülen operasyonların can kayıpları, zorla yerinden etme ve çeşitli hak ihlalleri konusunda ilgili merkezi ve yerel yönetimlerin kusur ve ihmallerini ortaya koyan iddiaları ortadadır.

Bugüne kadar –bildiğim kadarıyla- bu ve benzeri raporlarda belirtilen iddiaların, yürütülen operasyonlardan sorumlu merkezi yönetim tarafından -hukuki açıdan da savunulabilir bir şekilde- reddedilmediği; ve/veya söz konusu ihmal, suç ve kusurların sorumlularının kimler olduğunun belirlenerek yargı önüne çıkarılmadığını görüyoruz.

Kaldı ki, bölgede operasyonların başlamasından önce hem de kentlerin merkezi alanlarında, yerleşim içlerinde kazılan devasa hendekler ve barikatlardan devletin ilgili güvenlik güçleri ve istihbarat örgütünün haberinin olmaması, dolayısı ile siyasi iktidarın da olası can kayıpları ve hak ihlallerinin önüne geçebilecek tedbirleri almamış olması nasıl açıklanabilir?

Sonuç itibariyle davaya konu iddianamede bahsedildiği gibi herhangi bir örgüt/kişi/kurum güdümüyle veya ilişkisi ile hareket etmediğimi, yalnızca kendi irademle ve bir akademisyen kimliğinden ziyade, bir yurttaş kimliğiyle bu bildiriye destek verdiğimin bilinmesini isterim.

Söz konusu imzanın uluslararası ve iç hukuk açısından herhangi bir suç teşkil etmediğini; çatışmasız bir yol arayışı için yaşadığım ülkenin idaresini elinde tutan merkezi yönetimi uyarmayı amaçladığını ve bu maksatla hiçbir etki ve baskı altında kalmadan, hür irademle atıldığını belirtmek isterim.

Hakkımda hazırlanan davaya konu iddianamenin kapsamı ve kurduğu dil, içerdiği argümanlar bakımından objektif bir nitelikten çok cezaya suç uydurma kaygısı taşıdığını ve merkezi yönetim ile güvenlik güçlerinin hatasız birer özne olarak görülüp, davaya konu eylemdeki etkisi ve rolünün göz ardı edildiğini düşündüğümden söz konusu iddianame ile ilgili daha detaylı bir savunma ve açıklama yapma gereği duymuyor, şahsımla ilişkili olarak söz konusu iddianamede geçen tüm suçlamaları reddediyorum.

Davaya konu eylemimin (imzaladığım bildirinin) içerdiği konu itibariyle ilgili tüm tarafları ve tüm boyutları içerme gibi bir zorunluluğunun olmadığını ve Anayasa’nın düşünce, vicdan ve kanaat hürriyeti konusundaki 25. Maddesi’nin “Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce, vicdan ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.” şeklinde açıklanan 2. Fıkrası kapsamına giren, demokratik bir görüş, uyarı ve müzakere yolunu kurmaya çağıran bir talep metni olduğuna inanıyor ve avukatım tarafından beyan edilecek diğer hukuki gerekçe ve açıklamaların akabinde, beraatımı talep ediyorum.

(ÇOÇ/TP)

Kaynak: https://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/202996-care-olgun-caliskan-in-...